Alperen Aydın

Alperen Aydın

Madde ile Mananın Savaşında Safımız

Madde ile Mananın Savaşında Safımız

Yıllardır süren bir savaş bu… İman ile küfrün; mâna ile maddenin, doğru ile yanlışın savaşı. Ne mutlu bize ki alnının akı ile bu savaştan galip çıkmış bir ecdadın torunuyuz ve yazıklar olsun bize ki son birkaç asırdır değil mücadele etmek, bu mücadelenin anlamını idrak edemeyecek hâldeyiz.

Bu mücadelenin büsbütün çıkmaza sürüklendiğini gördüğümüz tek parti dönemini Osman Yüksel Serdengeçti’nin bir eseriyle gözlemleme fırsatı buldum. Dehşete düşülecek olayların apaçık ortaya serildiği eser ‘’kokuşmuşluğun’’ nasıl teşvik edildiğini en ince ayrıntılarına kadar ifşa ediyor.

Milli mücadele sona ermiş, yeni devlet heyecanla kurulmuş fakat bazı uygulamalar milleti şaşkına çevirmişti. İşte kitaptan bir kesit;

‘’Ak sakallı bir ihtiyar, hem ağlıyor, hem söylüyordu. Ben, diyordu, “Üç oğlumu bunun için mi şehit verdim? Şehit evlâtlarının çocuklarının gözleri önünde, babalarının uğrunda can verdiği, son nefesinde elinden, dilinden düşürmediği. Kur’an-ı Kerim’i yerlere, ayaklar altı¬na atsınlar ha!… Kendileri neye inanırlarsa inansınlar, nasıl yaşarlarsa yaşasınlar, fakat bizim dinimize, kitabımıza, işimize karışmasınlar” diye sızlanıyor, bir taraftan da torunlarına “Dışarı bakın oğul kimse olmasın… Son…” diyordu. “Sonra”nın sonu gelmiyor, onun yerine gözlerinden yaşlar geliyordu..’’ Türk’ü madde planında kurtarıp, mâna planında helâk olmaya götürüyorlardı.

Yeni mekteplerde uygulamalar tümden değişmiş haklar batıl, batıllar hak ilan edilmişti. Bu çevrede büyüyen nesil, mâna ile madde savaşında maddeye yeniliyor, vicdanını, kültürünü, medeniyetini kaybediyordu. Kendi özüne tutunmaya çalışanlar ‘’yobaz, gerici’’ yaftası yiyor, hor görülerek ötekileştiriliyordu;

‘’Aranızda beş vakit namazını kılan bir arkadaş vardı. Siz "Molla Güranî" derdiniz. Bu çocuk sabah erken kalkar, yavaşçacık, sessizce dışarı çıkar, abdestini alır, karyolanın üzerinde namazını kılardı. Kazara birisi uyansa "Bıktık şu Molla Güranî'den, burası cami mi be" diye bağırır, herkesi uyandırırdı. Çocuklar bu yaygaracıya değil, zavallı Molla'ya kızarlardı. “Amma eski kafa ha!...” “Yahu bu Yurt Bilgisi derslerine gitmiyor mu? Tarihçiyi de mi dinlemedi!" gibi her kafadan bir ses çıkardı!’’ İşte Türk’e öz yurdunda parya muamelesi! Müfredatta büyük sapkınlık; biyolojide Allah yerine kasıtlı olarak Tabiat kelimesinin kullanılması, Tarih ise tahrip ve tahriften ibaret. Her şey onlarla başlamışçasına büyük bir gaflet! Terbiyeli olmak utanılacak bir şeymiş gibi ahlaksızlığa ve fuhşiyata yol veren hatta alkışlayan, edebi düşman edinmiş mektepler… Serdengeçti ‘’Bir nesli nasıl mahvettiler?’’ eserinde birçok örneklemeyle özümüzden nasıl kopartılmaya çalışıldığını gösteriyor.

‘’Sık sık tekâmülden bahseden bu insanlar, te¬kâmülü ters tarafından anlıyorlar; sırasıyla cemadattan, nebatattan, hayvanattan insana doğru yükselecek yerde insanı, insanlığı hayvana, hayvanlığa doğru çekiyorlardı!… Alt yapının, bel aşağısının felsefesini, fikriyatını yapıyor, ellerine teslim edilen genç çocuklara hakikat diye müspet ilim diye, bunları telkin ediyorlar¬dı. Her fırsatta alabildiğine din, iman, mukaddesat, ta¬rih, mazi düşmanlığı yapıyorlar, gençliğe zamanın kör vs sağır, şer kuvvetlerini ebedî hakikatlermiş gibi tak¬dim ediyorlardı. Çocuklar mektebe gidiyor, çocuklar mektebi bitiriyor, gençler ortaokullara  liselere de¬vam ediyorlar, hayata hazırlanıyorlardı ama, hangi ha¬yata?! Niçin, nasıl, nereye? İşte bu suallerin cevabı yoktu!… İnsanın hayvani maddî varlığını aşan, her sual cevapsız kalmaya mahkûmdu. “İnsanlar insanlara, in¬sanlar menfaate, insanlar maddeye tapıyorlardı.” Haki¬kat bundan ibaretti. Böylece nâmütenahiye giden, Allah’a giden, ebediyete giden her yol kapanmış, insan, hayvani, behimi varlığı, ihtirasları, insiyakları içinde tepinip duruyor, tepindikçe, saplandığı bataklığa daha beter batıyordu.’’
Dinimizde ve kültürümüzde önem atfettiğimiz ‘’ANNE’’lerimiz kuluçka makinesi gibi gösterilmekte, mâna içeren ne varsa maddeleştirerek insanlar hayatı bomboş yaşar hâle getirilmekteydi.

Evet, bugün her ne kadar birçok konuda büyük düzeltmeler yapıldıysa da bunun yeterli olduğu kanaatinde değilim. Allah’ın yaptıklarını O’nu anmadan, hikmet dolu tarihi öze inmeden, mânaya başvurulmadan anlatan materyalist bir müfredattan Müslüman Türk Gençliği dün olduğu gibi bugün de rahatsızdır. Mâna ile maddenin savaşında safımız mânadan yanadır. Ruhumuza, özümüze ve imanımıza kasteden maddecilik furyasının canına okumadan gerçek manada ilerleme kat edemeyeceğimizi düşünmekteyim. Bugün birçok çalışma yapılsa dahi sonuç elde edilememesini mânayı bile maddeleştirme gafletinde bulunmamıza bağlıyorum.

Necip Fazıl’ın ‘’Bugün komik üniversitesi, hokkabaz profesörü, yalancı ders kitabı, demagog politikacısı, çıkartma kâğıdı şehri, muzahrafat kanalı sokağı, takma diş fabrikası, fuhuş albümü gazetesi, mümin zindanı mâbedi, temeli yıkık ailesi, hasılı kendisini yetiştirecek bütün cemiyet müesseselerinden aldığı zehirli tesiri üzerinden atabilecek, kendi öz talim ve terbiyesine memur vasıtalara kadar nefsini koruyabilecek, destanlık bir meydan savaşı içinde ve bu savaşı mutlaka kazanmakla vazifeli bir gençlik...’’ özlemindeyiz. Bize düşen mânadaki o tesiri yakalayabilmek, maddenin tahakkümünden zihnimizi, amelimizi ve gönlümüzü kurtarabilmektir. İkinci olarak asla ve asla mânayı maddeleştirmemektir.

İslâm’da güzel ahlakın yegâne bekçisi Tasavvufun mana ile madde arasındaki farka bakış açısını Yunus Emre Hazretlerinin şu sözleriyle daha iyi anlayabiliyoruz; ‘’Dervişlik olsaydı tâc ile hırka, biz dahi alırdık otuza kırka.’’
Mücadelemiz daim, davamız muzaffer olsun. Serdengeçti’nin yolunda yine serden geçeceğiz!

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
SON YAZILAR