Ahmet Sefa DİKTEPE

Ahmet Sefa DİKTEPE

Türk Beklenendir, Türk Bekleyendir

Türk Beklenendir, Türk Bekleyendir

Türk milleti tarih boyunca kendini kelimelerle anlatarak tavsif etmekten öte verdiği takdire şayan mücadele ile dostları ve düşmanları tarafından vasfedilmiştir. Dünyanın medeniyet mihveri olduğumuz dönemlerde biz, sadece üzerimize düşeni, tarihin omuzlarımıza yüklediği mesuliyeti bihakkın yerine getirdik. Kendimizi kelimelerle değil de icraatlarımızla dünyaya kabul ettirdiğimiz devrede tarih bizi “nesne” değil “özne” olarak yazdı. Son üç asrımızda “nesne” hüviyetine büründürülen bu millet tarihinden aldığı feyzle tekrar Hakk’ın kılıcı olup iyiliğin ve doğruluğun “özne”si olacaktır…

Bu hafta kalplerimizi yumuşatmak adına sizlerle iki hikâye paylaşmak istiyorum… İkisi de icraatın yazıya dökülmüş hali, ikisi de bizi anlatıyor… Ve çokça sorulan ve birçok tarife de konu olan “Türk kimdir?” sorusuna en güzel cevaplardan biri olmaya layık…

Merhum İlhan Bardakçı başından geçen olayı şöyle anlatıyor…

“Yıllar önceydi, sene 1972. O zamanlar genç bir gazeteciydim. Türkiye’den bazı siyasiler ve iş adamları İsrail’e resmi ziyarette bulunuyorlardı. Biz de gelişmeleri izlemek için oradaydık. Her ziyarette olduğu gibi sıradan bir işti anlayacağınız. Ziyaretin dördüncü günü bize tarihi ve turistik yerleri gezdirmeye başladılar, kafile olarak Mescid-i Aksa’ya vardık. Avlunun kenarında biri dikkatimi çekti. Doksan yaşlarında bir adam…

Üzerinde kendinden daha yaşlı bir asker üniforması; her yanı yama içinde, hatta bazı yamaların bile tekrar yamanmış olduğu bir elbise... Asırlık ağaçların gövdesindeki halkalar misali yamaları yaşını göstermeye çalışıyordu sanki. Orada ayakta bekliyordu, sırtına zorla yapıştırılmış gibi duran hafif kamburu da olmasa dimdik duracaktı. İki metreye yakın boyu ile yaşlıydı ama bir o kadar da vakur. Şaşırmıştım.

‘Acaba bu adam bu sıcakta güneş altında neden dikilip duruyor’ dedim içimden. Bizi gezdiren rehbere sordum; ‘Ben kendimi bildim bileli her gün buraya gelir. Akşama kadar bekler. Ne kimseyi dinler ne de kimseyle konuşur. Sadece bekler, delinin teki herhalde.’ dedi. 

Konuşmakla konuşmamak arasında kararsız kaldım. Yanına yaklaştığımı fark etti ama kımıldamadı. ‘Selamün aleyküm baba.’ dedim. Başını biraz bana doğru çevirdi, durakladı ve çatallanmış titrek bir sesle “Aleyküm selam oğul.” dedi. ‘Hayırdır baba sen kimsin, burada ne yapıyorsun?’ dedim. “Ben...” dedi titreyen bir sesle. “Ben, Osmanlı Ordusu, Yirminci Kolordu, Otuz Altıncı Tabur, Sekizinci Bölük, On Birinci Ağır Makineli Tüfek Takımı Komutanı Onbaşı Hasan’ım.” Sesinde titreme kalmamıştı. Genç bir askerin tekmil vermesi gibi tekrarladı: “Ben Iğdırlı Onbaşı Hasan’ım. Osmanlılar, İngiliz girinceye kadar geçen zaman içinde mübarek belde yağmalanmasın diye oraya bir artçı bölük bırakır. Eskiden bir kenti ele geçiren devlet, asayiş görevi yapan yenik ordu askerlerine esir muamelesi yapmazmış. 

Nasırlı ellerine sarıldım sonra öptüm öptüm. ‘Allah’a emanet ol baba’ dedim. “Sağ olasın oğul. Bizim için dünya gözü ile o mübarek Anadolu’yu görmek mümkün değil. Var sen selam götür tanıdık tanımadık herkese.” dedi.” 

İşte ecdattan miras ufukları gözleyen ve görevinin başından bir an olsun ayrılmayan, emaneti terk etmeyen bu şuur Türk şuurudur… Gönül coğrafyası işte böyle bir Türk hassasiyetiyle beklenir.

Diğer bir olayı da Prof. Dr. Tufan Gündüz hoca bizlerle paylaşıyor…

Yer Bosna-Hersek… Türk askeri yardıma muhtaç ailelere yardım götürüyor, okulları onarıyor hasılı görevlerinin yanında bir de yardım kampanyaları yapıyorlar. Bir kış ayında toplanan yardımlar ihtiyaç sahiplerine dağıtılmak üzere Türkiye’den paketlenmiş ve gönderilmiş. Coğrafya olarak Bosna-Hersek, Karadeniz’e benzer özellikler taşıyor… Dağ köyleri, yerleşim dağınık… Yine bir dağ köyüne yardım götüren askerimiz elindeki listeye göre yardımları ulaştırıyor. Fakat köyün ileri gelenlerinden biri dağın tepesinde yaşlı bir teyze olduğunu ve listeye yazmayı unuttuklarını söylüyor. Mevsim kış, eve giden bir yolda bulunmuyor. İki Türk subayı kutuları sırtlanıyorlar ve eve bin bir zorluk gidip, kapıyı çalıyorlar. Yaşlı teyze kapıya çıkıyor ve omuzlarındaki kutuları görünce “evladım Türk müsünüz” diyor. Subaylarımız evet teyze diyorlar… Cevap, gülümseyen gözlerle “geleceğinizi biliyordum” evladım…

İşte Türk mazluma her daim umut olan ve mazlumun her daim beklediği milletin adıdır…

“Beklenen” ve “bekleyen” Türk olabilmek dileğiyle…
 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
SON YAZILAR