Hüseyin Çolak

Hüseyin Çolak

Yardan Kalan Yara

Yardan Kalan Yara

Dudağının kıvrımında yuva yapan gökyüzü gülüşünü biriktirdim avuçlarımda. Serçe kuşlarının kanat çırpınışlarını bir de. Saçlarından yelkenler yaptım gemilerime. Sen gittin suyu çekildi denizlerimin, kervanlar uğramaz oldu artık kuyularıma.

Kalbimin ritmine yön veren gülüşün, uçurtmamın iplerine dolandığı günden beri; kadife gül yaprakları bırakırdım parmaklarının her bir boğumuna. Masmavi bir nehir olurdu gözlerin ve usulca gelip geçerdi içimden, sen hiç bilmezdin.

Sen gittiğinde uçurtmamı vurdular, savrularak güz yaprakları gibi parmaklarımın ucuna düştü umutlarım. Umutlarım ki yeni doğmuş bir bebeğin avuçlarının ayası kadardı.

Vasiyetimdir; bir eylül akşamında ölürsem eğer, beni gemilerin gölgesine gömsünler. Gâh yunuslar geçsin yanı başımdan, gâh yakamozlar, denizin yılgın gözleri. Tanığım olsun yıldızlar bir de kandil gecelerinde aydınlatsın yolumu deniz feneri.

Düşlerine tutunduğum bir melek kanatlanır içimden, yalnızlıkla koyun koyuna yatar yangınında savrulan bedenimin terekesi küllerim.  Nice yağmurlara yakalanmış da duldasız kaldırımlar gibi sırılsıklam, hiç bu denli ıslanmamıştı kelimelerim. 

Soluğumu kirpiklerinde unuttuğum, hangi hüznü heybesinde taşır şimdi işgal suskunu gözbebeklerim?  Sen yoksan eğer, şiir şiir sustuğum.

Hangi mısraya, hangi dizeye sığar, koparmak anılardan menekşeleri, kardan uçurumların kanadında? Hangi redif, hangi uyak anlatabilir, acılarıma değen saçlarının rengini? Bir elif miktarı kadar da olsa getirsin rüzgâr dağların yelesinden reyhan çiçeğine dokunan ellerini. 

Alevi düşsün gözlerinin sevinçlerime. Gecenin tam ortasından geçen, yağmur tanesinden berrak, dolunayı kıskandıran avuçlarına yatır yüzümü. Her sabah bin bir umutla tazelenen, geceleyin filizlenen, sürgün veren saçlarına sar beni.

Sen yoksan buluttan sofralarda kotarılır, ateşten su halkaları. Düşer tüyden umudun toprağına, bir ceylan edasıyla sekerek geçer, yağmur olur dolanır saçlarımda.

Hatırla, Eylülü tam ortasından ayıran gecede, yosun yeşili bir leylim düşmüştü içime. Sesinde serin rüzgârların nefesi vardı, ona giden yollara gül seren elleri, göçmen kuşların kanatları kadardı. Uçurum kıyıları tanık ve dilsiz karanlıklar; günlerden gözlerin, mevsimlerden bahardı.

Nergisler fesleğenlere karışır, avuçlarımızda biriken terler birleşince; ulu çınar heybetinde bir çiğdem, zamansız haykırışlarla yüreğimize inerdi hüznün sakıncalı hançeresinden. Bir damla gözyaşı büyüklüğündedir şimdi umut, sayfaları açılmak için geç kalınmış kitaba düşürülen.

Sığınacak kaç kelebek kanadı vardır ki gül yaprağı dudağına süzülen, mevsim ağırlığında ılgıt ılgıt kelimelerin ve yüzümün sayfalarında soluklanan aşkın en amansız devrimlerinin. Sonra sen geliyorsun ardından usulca çiseleyen kokun geliyor. Nisan özleminde bir nehir gibi akıyorsun geceleri, sıcacık iklimler öncesinden.

Latif bir türkü, nazenin bir fidan oluyorsun; sesinde çocuk gülüşleri, bilmiyorsun hangi yıldızlara asıyorum gözlerini. Uyanmamacasına yatılan uykulardan küreyip uçurumlara sürüyorsun yüreğimi. 

Tarifsiz yangınlar tutuşturuyorsun içimde kuruyan yapraklardan. Kuş tüyünden kelimeler iliştirip parmaklarına, her gece avucumda uyutuyorum gelincik ellerini.

Özlemek, en uzun dehlizli zindanıdır aşkın, buz tutmuş iki yıldız gibi yar zülfüne asılan. Kuşatılmış ülkeler gibi olurdu gözlerin, gece karanlığında bir yürek kıpırtısının ürkek sesine rastladığımız zaman. Ki o an deniz gözlerimdeydi ve sen başını alıp gidiyordun uyarılmış uykulardan.

Her rüzgâr senin kokunu getiriyordu bana, tek şekerli ve demli bir çay tadında. Ne kadar ağırsa bir o kadar da hızlıdır zaman. Özlemin sarsılmaz kayalardan kalelerine karşın, endamlı bir gülüş olur isyan, konaklar alnımızda.
 
Boğulurcasına susmak teselli olurdu bize, özlem bir uçurumsa eğer kentler arasında, acıyla ısırılmış bir dudaktan arda kalan. Dokunur gibi bastığın kaldırım taşlarını; kare kare, öbek öbek ve tek tek bulup okşardım, gidişinin bıraktığı yaradan.  

Sen ağlardın yıldırımlar düşerdi omuzlarıma. Yanaklarından akan nehirler anılarımı vurur, maviden daha koyu bir sızı rüyalarımı bölerdi. Sen giderdin endazelere sığmazdı adımların. Yerdeki hasıra hareli desenler çizen ay ışığı, çöl kumları gibi sıcacık topuklarını sarardı.

Ay uyur, yıldızlar uyur ve gece uyur, olanca ıssızlığın isyancasıyla. Oysa sen uyurken susmayı öğütleyen bilge, sakallarına konan martıları saymaktan yorgundur. Meltem serinliğinde bir melek acımızı irdelerken; aşktan ve günahtan ibaret elbisesiyle gece, yalnızlık hakkını elinde bulundurur.

Sen susardın mavi bir gül olurdu zaman. Saçlarıma kırağılar inerdi usulca, sen bilmezdin. Silkelenip gözlerimden düşerdi yaprakları tarihin. Sen susardın karlar üşüşürdü avuçlarıma. Bir yalnızlık bulutu başıboş dolaşırdı içimde. 

Sen susardın mezarlıklar kadar sessiz olurdu sokakları bu kentin. Sen susardın kırmızı bir karanfil açardı dudaklarında. Yeni doğan kızlarına Ravza adını koyardı babalar, ölüler dile gelip konuşurdu anlaşılmaz kelimelerle.

Sen susardın özgürlüğü elinden alınmış kuşlara dönüşürdü aşk. Haramice yaşanmış bir hayat gibi susardı her şey, ölüm bile. Sen gittin, yaram kaldı ve yarım bu yetim öykü de.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
2 Yorum
SON YAZILAR