Abdülhakim Arvasi kimdir? Tasavvufun hangi kolundan, türbesi nerede?

Abdülhakim Arvasi kimdir? Tasavvufun hangi kolundan, türbesi nerede?

Abdülhakim Arvasi kimdir? Tasavvufun hangi kolundan? Türbesi Nerede?Abdülkadir Geylani ile arasında nasıl bir bağ var? Kısakürek mürşidi Arvasi için hangi şiirleri yazdı? Arvasi Türklerle ilgili hangi yorumu yaptı? Eserleri neler, hayatı nasıl geçti?

Necip Fazıl’ın mürşidim ve kurtarıcım dediği Abdülhakim Arvâsî Hazretleri’nin hayatını sizler için derledik…

Abdülhakim Arvasi kimdir? Tasavvufun hangi kolundan? Türbesi Ankara’nın hangi semtinde bulunuyor? Abdülkadir Geylani ile arasında nasıl bir bağ var? Kısakürek mürşidi Arvasi için hangi şiirleri yazdı? Arvasi Türklerle ilgili hangi yorumu yaptı? Hangi eserleri yazdı, hayatı nasıl geçti?  

Arvasi Hazretleri 1865 yılında Van’ın Başkale kazasında doğdu. Babası Seyyid Mustafa Efendi’dir. Soyu anne tarafından Abdülkadir-i Geylânî Hazretlerine ulaşır. Hülâgû Bağdat’ı istilâ ettiğinde (1258) Musul’a hicret eden ataları daha sonra Urfa ve Bitlis’e, oradan da Mısır’a gitmişlerdi. Ailenin büyük oğlu Molla Muhammed bir süre sonra Van’a gelip şehrin güneyinde yüksek dağlar arasında bir köy kurmuş, bu köyde büyük bir dergâh ve iki katlı bir cami inşa ederek oraya Arvas adını vermişti. Kadirî tarikatına mensup olarak faaliyet gösteren ve “Arvas seyyidleri” diye tanınan aile, altı yüz elli yıl varlığını devam ettirerek bugüne ulaşmıştır.

İLİM VE İRŞADA ADANMIŞ BİR ÖMÜR

Abdülhakim Arvâsî, ibtidâî ve rüşdiyeyi Başkale’de okudu. Daha sonra Irak’ın çeşitli bölgelerindeki tanınmış âlimlerden icâzet alarak Başkale’ye döndü (1882). Kendisine miras kalan servetle bir medrese yaptırdı ve zengin bir kütüphane kurdu. Bu medresede yirmi yıla yakın ders okuttu. 1880 yılında intisap ettiği Hâlidiyye tarikatı şeyhlerinden Seyyid Fehim’den Nakşibendiyye, Kübreviyye, Sühreverdiyye, Kadiriyye ve Çiştiyye tarikatlarından hilâfet aldı (1889). Tarikat silsilesi Seyyid Fehim, Seyyid Tâhâ vasıtasıyla Nakşibendiyye’nin Hâlidiyye kolunun kurucusu Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’ye ulaşır. Abdülhakim Arvâsî, I. Dünya Savaşı’nın başlarında Ruslar’ın Başkale’yi istilâ etmesi ve Ermeniler’in silâhlanarak müslüman halkın mallarını yağmalamaya başlamaları üzerine, hükümetin emriyle, yüz elli kişilik ailesiyle birlikte daha emin bir yere göç etmek zorunda kaldı. Bağdat’a yerleşmek amacıyla yola çıkan aile, Revândiz-Erbil yoluyla Musul’a ulaştı.

Burada iki yıla yakın bir süre kaldı. İngilizler Bağdat’ı işgal edince oraya gidemeyip ailesinden sağ kalan altmış altı kişiyle birlikte Adana’ya geldi. Adana’nın da düşman eline geçmesi ihtimaline karşı Eskişehir’e göç etti. Nisan 1919’da İstanbul’a geldi. Bir süre Evkaf Nezâreti’nce Eyüp’teki Yazılı Medrese’de misafir edildikten sonra yine Eyüp’teki Kâşgarî Dergâhı şeyhliğine tayin edildi (Ekim 1919). Medresetü’l-mütehassisîn’de tasavvuf tarihi dersi okuttu. Dergâh şeyhliğinin yanı sıra ayrıca Kâşgarî Camii’nin imamlık ve vâizlik görevi de kendisine verildi. Tekkeler kapatılana kadar bu görevlere devam etti. Daha sonra tarikat faaliyetlerini bırakarak eve dönüştürdüğü dergâh binasında tasavvufî sohbetlerle meşgul oldu. Menemen hadisesi (Aralık 1930) ile alâkalı görülerek tutuklandı ve Menemen’e gönderildi. Ancak olayla ilgisi olmadığı anlaşıldı. Soyadı kanunu kabul edilince Üçışık soyadını aldı. Beyoğlu Ağa Camii ve Beyazıt Camii’nde dersler verdi. Cumhuriyet döneminin önemli fikir ve sanat adamlarından Necip Fazıl Kısakürek’in kendisiyle tanışıp sohbetlerinde bulunması, aydın çevrelerde de tanınmasını sağladı. Eylül 1943’te sıkıyönetimin emriyle İzmir’e gönderildi. Bir süre sonra Ankara’ya gitmesine izin verildi. 27 Kasım 1943’te vefat etti. Kabri Ankara’da Bağlum Mezarlığı’ndadır.

DÜNYA’DA TEK BİR TÜRK KALSA O GENE BEN OLURDUM

Seyyid Abdulhakim Arvasi buyurdu: "Ben bir Seyyid'im. Yani bu demektir ki Türk değilim. Ama yeryüzünde bütün Türkler silinse üç Türk kalsa biri ben olurdum. İki Türk kalsa gene biri ben olurdum. Son Türk kalsa da o gene ben olurdum. Çünkü Türkler olmasa bugünkü manada İslamiyet olmazdı."

Abdülhakim Arvasi'nin kıymetli görüşlerinden bir başkası da şöyledir: "İnsanı kaplayan sıkıntıların birinci sebebi, Hakk'a karşı şirk ve müşrikliktir. İlim ve fen ilerlediği halde, insanlığın ufuklarını sarmış olan fesad karanlığı hep şirkin, imansızlığın, ayrılıkçılığın ve sevgisizliğin neticesidir. İnsanlık ne kadar uğraşırsa uğraşsın, sevip sevilmedikçe, ıstırap ve felaketten kurtulamaz. Hakk'ı tanımadıkça, Hakk'ı sevmedikçe, Hak tealayı hakim bilip, O’na kulluk etmedikçe, insanlar, birbirini sevemez. Hak'dan ve Hak yolundan başka her ne düşünülse, hepsi ayrılık ve perişanlık yoludur.”

HAZRETİN “BEN” DEDİĞİ DUYULMADI

Her hali ve hareketi ile İslamiyete uyardı. Çok mütevazi olup; "Ben" dediği işitilmemişti. Çok heybetli ve temkin sahibiydi. Çok misafir severdi. Yardım yapmaktan hoşlanırdı. Ziyaretlere gider, davetlere icabet ederdi. Seyyid Abdülhakim Arvasi, din bilgilerinde ve tasavvufun ince marifetlerinde derin bir derya idi. Üniversite mensupları, fen ve devlet adamları, çözülemez sandıkları güç bilgileri sormaya gelir; sohbetinde, dersinde bir saat kadar oturunca, cevabını alır; sormaya lüzum kalmadan o bilgi ile doymuş olarak geri dönerdi. Teveccühünü, sevgisini kazananlar, sayısız kerametlerini görürdü. Çok mütevazi, pek alçak gönüllüydü. 

NECİP FAZIL’IN DİLİNDEN ARVASİ HAZRETLERİ

1934 yılında Seyyid Abdulhakim Arvâsî Hazretleri ile tanışır. Kendisini efendisinin sohbetleri ile baştan aşağıya yeniler. Necip Fazıl, büyük veli ile tanışmasını; 

“Tam otuz yıl saatim işlemiş, ben durmuşum, 
Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum.”

beyti ile anlatır.

1934 yılında, oturduğu Beylerbeyi’ne giden vapurda, Abdulhakim Arvâsî’nin müridlerinden birisiyle karşılaşır. O zat Necip Fazıl’a efendi hazretlerinin Beyoğlu’nda Ağa Camii’nde Cuma günleri verdiğini duyurur. Şu oğüdü vermekten de geri kalmaz; “Dinleyecekleriniz halk için, nas için söylenen sözler… Siz o sözlerin içine girmeye ve ötesindeki hikmete ulaşmaya bakın!” Yanında ressam arkadaşı Abidin Dino ile birkaç cuma sonra Beyoğlu Ağa Camiine… Efendi hazretlerini dinlerler. Namazdan sonra yanına yaklaşıp elini öpmek isterler. Efendi hazretleri bir müddet onlara baktıktan sonra şöyle diyorlar; “Biz Eyüp Sultan’da oturuyoruz. Ne zaman isterseniz buyurun” Artık Necip Fazıl, efendi hazretlerine gidiş gelişlerini sıklaştırır.

TASAVVUF KİTAPTAN ÖĞRENİLEMEZ

Efendi hazretleri, Necip Fazıl’a sorar: “Siz tasavvuftan bir şeyler biliyor musunuz? Okuduğunuz kitap falan oldu mu?” Bahriye Mektebi’nde okuduklarını söyler. Efendi hazretlerinin cevabı: “Bu iş kitapla olmaz. Akılla da varılmaz. Hiç yemeğin lezzeti çatal bıçakla aranıp bulunabilir mi?” Necip Fazıl’ın dünyası alt-üst olmuştur. Bu hali Çile adlı şiirinde şöyle dile getirir;

“Ve uçtu, tepemden birden bire dam, 
Gök devrildi künde üstüne künde…”
“Sanki burnum değdi burnuna yok’un 
Kustum öz ağzımdan kafatasımı”

Necip Fazıl Kısakürek, mürşidi seyyid Abdulhakim Arvasi’yi “Tanrı Kulundan Dinlediklerim”, “O ve Ben”, “Son Devrin Din Mazlumları” ve “Başvuğ Velilerden” adlı eserlerinde anlatır. Şu beyiti mürşidi hakkında yazmıştır.

“Allah dostunu gördüm, bundan altı yıl evvel;
Bir akşamdı ki zaman, donacak kadar güzel”

Necip Fazıl’in mürşidim ve kurtarıcım dediği Seyyid Abdulhakim Arvasi Hazretleri, 27 Kasım 1943’te vefat eder. Vefat sırasında Ankara ve çevresinde hafif zelzele olur. Necip Fazıl Kısakürek, mürşidinin ölümüyle ilgili hatırasını şöyle anlatır.

1943’de ilk Büyük Doğu’ları hazırlamanın buhranı içinde kendilerini uzun müddet görememiştim. Nihayet ilk sayı çıkınca onu elime aldım bir arabaya atladığım gibi doğru Eyübe…Eyüp Camii’nin kenarında sağa çıkar çıkmaz, birkaç adam ileri de, Gümüşsuyu tepesine tırmanan mezarlık yolu… Efendi Hazretleri bu dik yoldan bağlılarının kollarında yavaş yavaş çıkarlar ve bu hallerini ‘ihtiyarlık’ diye tarif ederlerdi. Yoldan koşarak çıktım ve dergahın her zaman yarı açık kapısından içeri daldım. Ne o? Dergahta kimsecikler yok. Şadırvan boş, camekanlı kısım zaten her zaman olduğu gibi bomboş… Mescid boş ve harem tarafı.

“- Kimse yok mu?” Harem tarafından ve uzaklardan bir kadın sesi cevap verdi:
“- Kimi istiyorsunuz?”
“- Efendi hazretlerini.”
“- Götürdüler!”
“- Kim götürdü, nereye götürdü?” 
“- Polisler alıp götürdü.”

Yıldırım hızıyla Eyübe indim ve oradaki alâkalılardan öğrendim ki, Efendi Hazretlerini o sabah, Örfî idare emriyle polis birinci şube memurları alıp müdüriyete götürmüşler, belki de Anadolu’nun herhangi bir köşesine sürgün edecekler.
Soluğu hemen Polis Müdüriyeti’nde aldım. Hüviyetimi belirttim ve Efendi Hazretlerini görmek istediğimi söyledim. Akşam vakti olmasına rağmen Birinci Şube’den dileğimi kabul ettiler, fakat Efendi Hazretleri yerine onunla beraber sürülen nedimi Şakir Üçışık’la görüşmeme müsaade ettiler.

Çocukluğundan beri Efendi Hazretlerinin yanından bir lahza ayrılmamış ve hususi hizmetlerine bakmış olan Şakir, o benim canım kadar sevdiğim insan mahzun bir yüzle geldi. Öpüştük. Fakat böyle anıların manevi baskısı yuzünden midir, nedir, hiçbir şey konuşamadık. Orfî İdare emriyle İstanbul’dan çıkarılıyorlar, Efendi Hazretleri İzmir’e, Şakir de Mersin’e sürülüyor, bütün bildiğimiz bu kadar.

Şakir’e aptat aptal.

“-Bir şeye ihtiyacınız var mı?” diye sordum.

 O da gayet tabii:

“-Yok!” diye cevap verdi.

 Halbuki her şeyi bir tarafa bırakmalı, geceyi müdüriyette veya müdüriyetin kapısı önünde geçirmeli, Efendi Hazretlerine vapura kadar refakat etmeli, oradan zıplayıp Ankara’ya gitmeli. Efendi’nin İstanbul’a döndürülmesi için çırpınmalı, olmazsa İzmir e gitmeli, yanından ayrılmamalı, son nefesine kadar beraberinde kalmalıydım. Bütün bunları vaktiyle yapamamış olmaktan döğündüğüm şeyler… Zaten ondan ayrı olduğum her dakika için döğünsem yeri değil mi?

Şakir’e Mersin yolunu tuttursunlar, Efendi Hazretlerini (Abdulhakim Arvasi) bir gece nezaret altında bulundurduktan sonra ertesi sabah vapura bindiriyorlar ve Marmara açıklarına doğru, o çok sevdigi İstanbul’dan ayırıyorlar.
İstanbul hakkında derlerdi ki:

“İyiliğin de kötülüğünde en ileri şekli İstanbul’dadır. İyi veya kötü, kim ne olmak dilerse İstanbul’a gelsin.”

DERS VERDİĞİ CAMİLER

Eyyub Sultan, Fatih, Bayezid, Bakırköy, Kadıköy, Beyoğlu'nda Ağa Camiileri kürsülerinde senelerce ilim neşretmiştir. Seyyid Abdülhakim Arvasi ayrıca Vefa Lisesi'nde öğretmenlik yaptı. Sultan Selim Camii yanındaki Süleymaniye Medresesinde, tasavvuf müderrisi (profesörü) iken Er-Riyad-üt-Tasavvufiyye kitabını yazmıştır. 

ÇOCUKLARI VE TORUNLARI

Seyyid Abdülhakim Arvasi'nin üç oğlu ve iki kızı vardır. Kızlarından Şefia Hanım, hicrette Musul'da vefat etti. Enver Medeni de hicret esnasında 1918’de Eskişehir'de vefat etti. İkinci oğlu Ahmet Neyyir Mekki Üçışık Efendi uzun zaman Üsküdar ve Kadıköy müftülüğü yaptı. Kadıköy müftüsüyken 1967  yılında İstanbul'da vefat etti. Üçüncü oğlu Seyyid Münir Üçışık, İstanbul Belediyesinde satış memurluğunda çalıştı. Doğruluğu, çalışkanlığı ve güzel ahlakıyla etrafının sevgisini kazanan Münir Üçışık 1979’da İzmir'de vefat edip Ankara Bağlum'a defnedildi. İkinci kızı Maide Hanım, eski Van Milletvekili Seyyid İbrahim'in eşiydi. Maide Hanım, Ankara'da damadı Seyyid M. Emin Garbi ve kızı Ümmü Gülsüm hanımefendi ile birlikte yaşadı. 

ESERLERİ

Tasavvuf hakkında risale büyüklüğünde çeşitli mektupları vardır. Mevlid okunmasının ve tespih kullanmanın başlangıç ve meşruiyeti hakkında bir risale, Rabıta-i Şerife Risalesi, Sahabe-i Kiram ve Ecdad-ı Peygamberi risaleleri, İslam Hukuku, Keşkul ve Sefer-i Ahiret isimli eserleri, Arabi, Farisi ve Türkçe şiirleri mevcuttur. 

ararararsonson.jpg

 

Gazeteilksayfa.com

 

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.