Salih Cenap Baydar

Salih Cenap Baydar

Soytarı ve Kızı: Bunca Zaman Fark Edemediğim Edebi Hazine - 3

Soytarı ve Kızı: Bunca Zaman Fark Edemediğim Edebi Hazine - 3

Halide Edip: Semalarımızdan silmeye çalıştığımız parlak yıldızımız!
Halide Edip Adıvar’ın Sinekli Bakkal isimli eserinin bizdeki çağrışımlarını paylaşmaya devam ediyoruz.

   Halide Edip Adıvar, zamanının çok ilerisinde, sterotiplere uymayan, son derece entelektüel, son derece parlak bir kadın yazarımız. Farklı, sıra dışı, nevi şahsına münhasır olmasının karşılığı olarak yıllardır hem Kemalistlerin hem İslamcıların hışmına uğrayan, Yahudilikle, siyonistlikle, ajanlıkla, Sabetaycılıkla itham edilen Halide Edip hakkında yapılan dedikoduların hepsinin yeri bizce çöp tenekesidir.

Halide Edip’in imanına şüpheyle bakanlar hem çok ayıp bir şey yapmakta hem de iftira ettikleri için büyük günaha girmektedirler. Halide Edip’i ajanlıkla, Sabetaycılıkla itham edenler arasında Allah’ı tanımayanların söylediklerine ise aşağılık ırkçı zihinlerin ifrazatı nazarıyla bakılabilir.

En iyisi ikinci el kanaatlerden kurtulup, Halide Edip’in hayat hikâyesine ve yazdıklarına bakmak.

İki oğluna Ali Ayetullah ve Hasan Hikmetullah isimlerini veren Halide Edip’i Müslüman saymamak için nasıl da acayip komplo teorilerine ihtiyaç var. Hâlbuki 19 Mayıs 1919 günü Fatih mitinginde toplanan elli bin insana şu meşhur seslenişi bugün bile Müslümanların tüylerini diken diken eder:

"Müslümanlar, Türkler! Türk ve Müslüman bugün en kara gününü yaşıyor. Gece, karanlık bir gece... Fakat insanın hayatında sabahı olmayan gece yoktur. Yarın bu korkunç geceyi yırtıp müşaşa bir sabah yaratacağız. […] Hanımlar, bugün elimizde top, tüfek denilen alet yok; fakat ondan büyük, ondan kuvvetli bir silahımız var; Hak ve Allah var. Tüfek ve top düşer, Hak ve Allah bakidir Topun yüzüne tükürecek kadar evlâtlar, analar, kalbimizde aşk ve îman, milliyet duygusu var. "

Yahut yine 1919’daki Sultanahmet mitinginde söylediği şu sözler nasıl unutulur:

“Kardeşler, vatandaşlar… Yedi yüzyılın şerefi, göğe yükselen bu minarelerin tepesinden Osmanlı tarihinin yeni faciasını seyrediyor, bu meydanlardan çok zaman alay halinde geçmiş olan büyük atalarımızın ruhuna hitap ediyor, başımı bu görünmeyen ve yenilmez ruhlara kaldırarak diyorum ki: ‘Ben İslamiyet’in bedbaht bir kızıyım ve bugünün talihsiz fakat aynı derecede kahraman devrinin anasıyım. Atalarımızın ruhları önünde eğiliyor, onlara bugünün yeni Türkiye adına hitap ediyorum ki silahsız olan bugünkü milletin kalbi de onlarınki gibi yenilmez kudrettedir. Allah’a ve haklarımıza iman ediyoruz...”

Rus-­Japon savaşı sonrasında, o dönemde Batı güçlerinin bir parçası sayılan Rusya’ya karşı “Doğu”nun zafer kazanmasını sağlayan ünlü Japon komutan Togo Heihachiro’ya hürmeten ikinci oğlunun ismine “Togo” adını ilave eden yazarın bir batı ajanı olduğunu iddia etmek ne kadar ahmakça!

Biz yine romana dönelim ve bahsettiğimiz mevzuun izlerini biraz da romanda sürelim.

Sinekli Bakkal’da batıcı, kendi medeniyetlerine inançlarını kaybetmiş gençler, romanın kahramanı küçük hafız Rabia’yı, din adamlığından ateistliğe geçmiş piyanist Peregrini’nin karşısına çıkartırlar. Musiki kabiliyetini göstermek adına Rabia’nın Peregrini’ye sunabileceği tek şey Kur’an tilavetidir. Peregrini’nin Rabia’nın Kur’an okuyuşunu ilk dinlediği sahne müthiş tasvir edilmiştir. Halide Edip, adeta bir film çeker gibi detaylar vererek bu sahnenin zihnimizde canlanmasını sağlar:

Üç gencin gözleri çocuğun sesinin üstada yapacağı tesiri kaçırmamak için Peregrini'nin yüzüne, dikildi. Fakat Peregrini'nin gözleri kız hafıza daldı, kaldı.

Belki bir uzun dakika kızın vücudu donmuş gibi hareketsiz bekledi. Sonra içine gizli bir hayat suyu akıyormuş gibi evvelâ başı ve omuzları belli belirsiz, sonra bütün ince vücudu dalgalanmaya, dudaklarından yarım ve çeyrek seslerden yaratılan ağır ve garip bir ahenk akmaya başladı. Besmele ile başlarken bu hareket ve ses hafif ve pes fakat gittikçe kuvvetlendi, hummalı bir damar gibi atışı kudretlendi ve en nihayet "Sadakallâhülâzim'de yavaşladı ve birdenbire kesildi.

Şimdi küçük hafız donmuş gibi, okurken vücudunu kavrayan kudret akmış, tükenmiş gibi cansız duruyordu.

Üç çift göz, kendilerine pek alelâde gelen bu manzaranın Peregrini'ye tesirine biraz şaştı. Onu bir filozof, her filozof gibi dinsiz her halde dinsizliği bir softa taassubu kadar kuvvetli sanırlardı. O, şimdi başı önünde, yüzü huşû içinde, günahlarına tövbe eden bir rahibe benzemişti.

Başını kaldırdığı vakit, tavrındaki acele ve mübalâğadan eser yoktu. Müteheyyiç bir sesle çocuğa:

— Okuduğunun manasını bana söyler misin? dedi. Rabia omuzlarını silkti. Henüz bunu anlayacak kadar Arabî derslerinde ileri gitmemişti.

Hilmi gene koştu. Paşa'nın kütüphanesinden, yaprakları sararmış bir tefsir kitabı getirdi. Rabia'nın okumuş olduğu âyetlerin Türkçe'sini söylerken, piyanist onları, cebinden defterini çıkarmış kaydediyordu:

— "Rab, meleklere: "biz dünyaya hâkim olacak birini (Adem) göndereceğiz", dediği zaman onlar: "Biz senin kudsiyetini ilâ, sana hamdüsena ile meşgulken, sen oraya fitne ika edecek kan dökecek bir kimse mi gönderiyorsun", dediler.

Piyanist defterini cebine koydu.

—     Beni Allahımdan, ruhbaniyetten ve manastırdan ayıran işte meleklerin bu mantığı, bu itirazı olmuştur, dedi.

Hilmi ve arkadaşları sustular. Onu, yeni ve bambaşka bir cephesinden görüyorlardı. Onun felsefî ve tarihî malûmatından Şark ilimlerindeki vukufundan ziyade Garp'ta fikir cereyanlarını dikkatle takip edişi, genç talebesinin zihninde kuvvetli tesirler yapmıştı. Fakat en ziyade onu dinsizliği için, yani kilisesini, tarikatini terkettiği için severler. Türk diyarında her değişikliğe, her ileri atılışa dindarları mâni gördükleri için kendilerini dinden âzâde farzediyorlardı. Bundan dolayı sabık rahip Peregrini ile aralarında bir fikir dostluğu, kanaat birliği olduğuna inanmışlardı. Rabia'nın Kuran okumasıyla, sanatkârın gösterdiği hassasiyet onları biraz şaşırttı.

Hilmi sordu:

— Bu sesi terbiye etmek istemez misiniz, cher maitre?

Rabia'nın gözleri isyanla tutuştu, fakat Peregrini kızı teskin eden bir samimiyetle dedi ki:

— Hayır, Sezar'ın malını Sezar'a, Allah'a ait olanı Allah'a vermek gerek... Ben Sezar'ın, ben Şeytan'ın zümresindenim. Çocuk Allah'ın, bırakın olduğu yerde kalsın. (s.68)

Bu satırları okurken zihnimde şu cümleler yankılandı durdu: Bunları yazan, böyle düşünen, böyle hisseden bir insanı imansızlıkla, kripto Yahudilikle itham etmek ne büyük acımasızlık ve kıymet bilmezlik! Böyle yazabilen, ifade kudretine hayran bırakan, “bizden” bir yıldızı semalarımızdan silmek için bu gayret neden?

Düşünen insan elbette zülf-ü yâre dokunacak, elbette bir takım fikir kavgalarına girecek ama sırf bazı mevzularda bizden farklı düşünüyor diye sıra dışı bir aydınımızı, çok mühim bir mütefekkirimizi itibarsızlaştırma, hatta mümkünse yok etme gayreti nasıl izah edilebilir?

İnsanın aklına Cemil Meriç’in o meşhur cümleleri geliyor:

“Her aydınlığı yangın sanıp söndürmeye koşan zavallı memleketim. Karanlığa o kadar alışmışsın ki yıldızlar bile rahatsız ediyor seni. Memleketim... En seçkin evlatlarının beynini ve kalbini itlere peşkeş çeken memleketim...”

Salih Cenap Baydar

Twitter: @salihcenap

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
SON YAZILAR