Konut krizinin gölgeleri

Konut krizinin gölgeleri

Bir evi olsun istiyor insan. Kapısını kapattığında kendine ait bir sessizlik, penceresinden baktığında tanıdığı bir manzara. Çocukların boyunu işaretlediği bir duvar, mutfağında çayın demlendiği bir ocak.

Evin tanımı yıllar boyunca çok değişti belki ama anlamı hep aynı kaldı: Güvende hissetmek. Aidiyet duygusunun somutlaştığı en temel mekân. Fakat bugün bu en temel ihtiyaç, giderek ulaşılmaz bir lükse dönüşüyor. Kiralar yükseliyor, evler küçülüyor, yaşam alanları daralıyor. Konut krizi artık yalnızca ekonomik bir sorun değil; toplumsal huzuru zedeleyen derin bir mesele haline geliyor. Geçmişte orta gelirli bir ailenin kendi evini alması, uzun vadeli ama erişilebilir bir hayaldi. Şimdi ise bu hayal, asgari ücretle yaşayan, hatta beyaz yakalı olup düzenli geliri olan birçok insan için bile gerçeklikten hızla uzaklaşıyor. Bir şehirde yaşamak demek, artık sürekli taşınmak, ev sahipleriyle pazarlık etmek, belirsizlikle yaşamak demek. Kimi zaman ev aramak, günlerce, haftalarca süren bir mücadeleye dönüşüyor. Emlak siteleri güncellenmeden tükeniyor, fiyatlar her geçen gün değişiyor, depozitolar ve komisyonlar bütçeleri zorluyor. Birçok kişi için artık ev sahibi olmak değil, sabit bir kiracı olarak kalabilmek bile başarı sayılıyor. Konut krizinin gölgesi yalnızca şehir merkezlerinde değil, taşrada da belirginleşiyor. Öğrenciler, ailelerinden kilometrelerce uzakta, birkaç kişiyle paylaşmak zorunda kaldıkları küçücük evlerde yaşam mücadelesi veriyor. Emekliler, sabit gelirleriyle ay sonunu getirmeye çalışırken kiralarını ödeyemiyor. Yeni evlenen çiftler, ev bulamadıkları için ayrı şehirlerde yaşamak zorunda kalıyor. Gençler, hayata atılmadan önce barınma telaşıyla karşı karşıya kalıyor. Aile olmak, kök salmak, bir düzen kurmak gibi kavramlar belirsizleşiyor. Çünkü evsizlik, artık yalnızca sokakta yaşamakla değil, bir evin içinde bile güvencesiz olmakla tanımlanıyor. Bu kriz sadece bireyleri değil, toplumu da etkiliyor. Artan kiralar gelir dağılımındaki adaletsizliği daha da keskinleştiriyor. Yatırım aracı olarak görülen konutlar, barınma hakkının önüne geçiyor. Boş duran yüzlerce ev varken, kalacak yer bulamayan binlerce insanla karşı karşıya kalıyoruz. Devasa gökdelenler, lüks projeler şehirleri doldururken, alt gelir grupları için nefes alacak alanlar tükeniyor. Beton artarken, huzur azalıyor. Barınma, insan haklarının en temelidir. Ancak şu anda birçok kişi bu temel hakkı yalnızca bir kira sözleşmesiyle sürdürebiliyor. Bu sözleşmeler ise her zaman huzur getirmiyor. Ev sahibi ile kiracı arasındaki ilişki zamanla güvensizliğe, mahkemelere, tahliye tehditlerine kadar varabiliyor. Kimi kiracılar yıllardır yaşadıkları evlerden, yeni kira bedelini ödeyemedikleri için çıkmak zorunda kalıyor. Çocuklar okullarını, insanlar komşularını, yaşlılar alıştıkları sokakları kaybediyor. Bu tablo karşısında sessiz kalmak mümkün değil. Çünkü mesele yalnızca ev bulamamak değil; ait olamamak, kök salamamak, güvende hissedememek. Konut politikaları, artık sadece mimari projelerle değil, sosyal adalet ilkeleriyle ele alınmalı. Barınma hakkı, bir lüks değil; devletten güvence bekleyen bir temel ihtiyaçtır.

“Evin var mı?” sorusu, artık “Geleceğin var mı?” demekle eşdeğer hale geliyor. İnsanlar artık sadece eşyalarını değil, umutlarını da bir valize sığdırmak zorunda kalıyor. Her taşınma, yeni bir başlangıç değil, bir bitiş gibi hissediliyor. Mahalleler kimliklerini kaybediyor, şehirler yabancılaşıyor. Geriye kalan ise kiralık bir hayattan ibaret olan yaşamlar. Bu gidişata dur demek için daha adil, daha erişilebilir, daha insani bir konut düzeni inşa edilmeli. Ev, yalnızca dört duvar değil; insanın kendini ait hissettiği yerdir. Ve herkesin bir “evi” olmalı.

 Yazar
HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.