“Toprağın kokusunu unuttuk”

“Toprağın kokusunu unuttuk”

Toprak… Bir zamanlar insanın hem yuvası hem ekmeği hem de en yakın dostuydu. Yağmurdan sonra yükselen o keskin, içe işleyen koku, çocukluğumuzun en saf hatıralarından biriydi.

Islanmış toprağın kokusu sadece doğanın değil, hayatın da bize fısıldadığı bir şarkı gibiydi. Şimdi soruyorum: En son ne zaman toprağın kokusunu gerçekten duydunuz?

Biz, şehirlerin dar sokaklarında, beton blokların arasında sıkışıp kalırken toprağı kaybettik. Asfaltın altında nefessiz bırakılan toprak, bize kırgın. Çocuklarımız çamura bulanan ayakkabılarıyla eve koşmanın ne olduğunu bilmiyor. Ellerimizi çamura daldırıp bir solucan görmenin heyecanını yaşamadılar. Artık çocukların ellerinde toprak değil, tablet var. Yaşadıkları oyunlar sanal; dokundukları dünya ise soğuk cam ekranlardan ibaret.

Toprakla bağımız kopunca, sadece doğadan değil, kendimizden de uzaklaştık. Çünkü insan, toprağın çocuğudur. Oradan geldik, oraya döneceğiz. Atalarımız bunu bilir, toprakla uyum içinde yaşardı. Yağmurun, rüzgârın, güneşin değerini toprağın bereketiyle öğrenirdi. Şimdi biz market raflarında paketlenmiş yiyeceklerin arasında, mevsimsiz sebzelerin yapay kokusuna aldanıyoruz. Oysa gerçek domatesin kokusu, güneşle ısınmış toprağın bağrından gelir. Toprağın kokusunu unuttukça sabrımızı da unuttuk. Bir fidanın büyümesini izlemek, sabır ve umut isterdi. Bugün ise her şeyin hızlı olmasını bekliyoruz: Hızlı yemek, hızlı iletişim, hızlı sonuç…

Ama hızın içinde kaybettiğimiz şeylerden biri de toprağın öğrettiği dinginlik. Çünkü toprak, bize yavaşlığın güzelliğini anlatır. Mevsimleri beklemeyi, zamanın akışına güvenmeyi öğretir. Şehirlerin ışıkları yıldızları örttüğü gibi, beton da toprağı örttü. Biz ise kokusunu özlediğimiz halde, ona yaklaşmaktan korkar olduk. Elimizi toprağa değdirmek yerine, balkon saksısındaki yapay çiçeklere bakar olduk. Oysa bir avuç toprak, bize bütün evreni anlatır. İçinde milyonlarca canlıyı, yaşamın döngüsünü, ölümün bile nasıl yeniden doğuma dönüştüğünü barındırır. Ama biz, parfüm kokularına, deterjan kokularına öyle alıştık ki, toprağın gerçek kokusunu burnumuz ayırt edemez hale geldi. Toprağı unuttukça köklerimizi de unuttuk.

Dedelerimizin tarlada ter dökerken hissettiği gururu, annelerimizin bahçede kopardığı domatesin tadını, çocukluğumuzda yağmurdan sonra yalınayak koştuğumuz sokakları… Bunların hepsi yavaş yavaş hafızamızdan siliniyor. Kökleri olmayan bir ağacın ayakta kalamayacağı gibi, toprağını unutan bir toplum da geleceğini kaybeder. Ama hâlâ geç değil. Belki de yeniden başlamamız gereken şey, küçük bir adım: Bir avuç toprağa dokunmak. Çocuklarımızın ellerini toprağa değdirmesine izin vermek. Beton arasında bir çiçek yetiştirmek, bir ağacın gölgesinde oturmak. Çünkü toprak, insana daima kendini hatırlatır. Yeter ki biz kulak verelim.

Unutmayalım: Toprak kokusu, yaşamın kokusudur. O kokuyu kaybettikçe aslında kendimizi kaybediyoruz. Ama ne zaman ki yeniden o kokuyu içimize çekeriz, işte o zaman gerçek anlamda yaşamaya başlarız.

 Yazar
HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.