Aziz Mahmut Hüdai kimdir, hangi dönem yaşadı, nerede doğdu, türbesi nerede?

Aziz Mahmut Hüdai kimdir, hangi dönem yaşadı, nerede doğdu, türbesi nerede?

Aziz Mahmut Hüdai kimdir, asıl adı nedir, hangi dönemde yaşadı, nerede doğdu, kimlerden ders aldı, hangi ünlü tasavvuf büyüğünün müridi oldu, Üftade hazretleriyle yolları nasıl kesişti, hangi ilimleri okudu, türbesi nerede?

Anadolu’nun manevi mimarlarından büyük veli Aziz Mahmut Hüdai Hazretlerinin hayatını sizler için derledik:

Aziz Mahmut Hüdai kimdir, asıl adı nedir, hangi dönem yaşadı, nerede doğdu, kimlerden ders aldı, hangi ünlü tasavvuf büyüğünün müridi oldu, Üftade hazretleriyle yolları nasıl kesişti,  hangi ilimleri okudu, Osmanlı Devlet yönetimine hangi katkıyı yaptı, padişahları nasıl etkiledi, hangi tarikatı kurdu, türbesi nerede?  

İşte cevabı: 

Osmanlı Devleti’ne Şeyh Edebali’nin ardından en fazla yön veren, velilerin büyüklerinden kabul edilen Aziz Mahmut Hüdai 1541 yılında Ankara’nın Şereflikoçhisar ilçesinde doğdu.  Asıl adı Mahmud’dur. “Hüdayi” ismi ve “Aziz” sıfatı kendisine sonradan verilmiştir. Aslen, Cüneyd-i Bağdadi Hazretlerinin neslinden olup seyyiddir. Çocukluğu  Sivrihisar’da geçti. İlim tahsiline de burada başladı. Daha sonra İstanbul’a giderek Küçükayasofya Medresesinde Nâzırzâde Efendi’nin derslerine devam etti. Tasavvufî hayatla da çocukluk yaşlarından itibaren tanıştı. Küçükayasofya Medresesinde ilim tahsil ettiği yıllarda, medreseyle beraber bulunan tekkenin şeyhi Nureddinzâde Muslihuddin Efendinin sohbetlerine iştirak etti. Hocası onu, Edirne Medresesi Müderrisliği, Şam ve Mısır kadılığı gibi vazifelerinde de yanından ayırmadı. Bu medeniyet şehirlerinde geçirdiği seneler Aziz Mahmud Hüdayi Hazretlerinin yetişmesine büyük katkı sağlamıştır.

Aziz Mahmut Hüdayi Hazretleri, Şam ve Mısır devresinin ardından Bursa’da Câm-i Atîk mahkemesine nâib tayin edildi. Burada vazifeli iken büründüğü ruh hali, kendisini ciddi bir arayışa sürükledi.

aziz-2.jpg

MUHYİDDİN ÜFTADE HAZRETLERİNE İNTİSÂBI

Bursa’da vazifeye başlayalı üç sene olmuştu ki, hocası Nâzırzâde Efendi vefat etti. Bu vefat Hüdayi Hazretlerini son derece üzdü. Gördüğü rüyalar sebebiyle tedirginliği daha da arttı ve büyük bir arayış içerisine girdi. Aradı yer aslında büyük veli Üfdade Hazretlerinin dergahıydı. Rüyaları ve gördükleri onu hep bu dergaha yönlendirdi.

Osmanlı’nın yükselişten yavaş yavaş duraklamaya doğru seyir takip eden bir devrinde yaşayan Hüdayi Hazretleri, bir yandan sultanların adil, gayretli ve maneviyat bakımından güçlü ve zinde olmaları için büyük gayretler sarf etmiş, bir yandan da birtakım kargaşadan bunalan devlet ricalinin ve halkın gönül yaralarını bir hekim gibi sarmasını bilmiştir. Bundan dolayı hemen herkes, onun sohbet, irşad ve hizmet sofrasına koşarak ferahlamış; dergâhı, gönüllerin huzur ve saadete kavuştuğu bir mekân olmuştur.

ÇALKANTILI BİR DEVERİDE BÜYÜK GÖREV

Hüdayi Hazretleri’nin devri, saadetle felâketin birbirini takip ettiği çileli bir zamana rastlamaktadır. Zira siyasi bakımdan gittikçe artan ve ictimai bünyeyi de son derece sarsan çalkantılar, bu devirde görülmeye başlamıştır. Askerdeki disiplin ve nizamın sarsılıp bozulmasının, 2. Genç Osman’ı feci bir şekilde katletme derecesine ulaştığı ve 4. Murad’ın tahtının önünde sadrâzamı Hâfız Ahmed Paşa’nın yeniçeriler tarafından parçalanıp kanlarının tahta sıçramış olması düşünülürse, o günlerin siyasi durumu daha iyi anlaşılacaktır.

İşte böyle çalkantılı bir devirde İslâm tasavvufunun teselli ve terbiye edici nefhasıyla Hakk’ın ve hakikatin sesine çağıran Hüdayi Hazretleri, dergâhına diğerlerine nazaran çok farklı bir hüviyet kazandırmıştır. Öyle ki, devlet idaresinde azl ve nefyedilen kimselerin ve cemiyette cereyan eden anarşinin önünden kaçanların sığındıkları yegâne yer, onun dergâhı olmuştur. Nitekim Halil Paşa, Dilâver Paşa ve Ali Paşa gibi şahsiyetler, başları her dara düştükçe bu dergâha sığınmışlardır. Bu yönüyle Hüdayi Hazretlerinin dergahı, kimsenin zarar ve ziyanının erişemeyeceği, dokunulmazlığı olan emin bir mekan hüviyetine bürünmüştür. O vakit Osmanlı mülkünde bu mekândan başka hiçbir dergâh, bu kadar hürmet ve ihtirama nail olamamıştır.

HAZRET BURSA KADISI OLUYOR

Hüdayi Hazretleri, talebelik yıllarında ciddi bir ilim tahsili yanında tasavvufî bir alâka ile gönül âlemini de az-çok yoğurmuştu. Gayret ve çalışkanlığı sebebiyle de medresede kendisiyle özel olarak ilgilenen hocası Nâzırzâde’nin muidi olmuştu. Sonraki yıllarda hocası Nâzırzâde ile birlikte muhtelif kadılık vazifelerinde bulundu. Son olarak da Bursa’ya tayin edildiler. Hocası başkadı, kendisi de Ferhâdiye medresesinde müderrisliğin yanında Câmi-i Atîk mahkemesinde kadı nâibi oldu.

Her türlü ilmi liyakat ve makamına rağmen Hüdayi Hazretleri, o zamanlar Bursa kadılığı vazifesini yürüten Kadı Mahmud Efendi adında sayısız kadıdan sadece biriydi. Bir gün karşısına o güne kadar hiç rastlamadığı türden pek farklı bir dava çıktı. İki gözünden sel gibi yaşlar akıtan bir kadıncağız, kocasından şikâyetle mahkemeye müracat etmişti. Kendisini dinleyen Kadı Mahmud’a şunları söyledi:

–Kadı Efendi! Kocam her sene hacca gitmeye niyet eder, fakat bir türlü fakirlikten dolayı gidemez. Bu sene de hacca gideceğim diye tutturdu. Hattâ: «–Eğer bu sene hacca gidemezsem seni boşayacağım!» dedi. Daha sonra kurban bayramına yakın ortalıktan kayboluverdi. Beş altı gün sonra da ortaya çıkıp hacca gidip geldiğini söyledi. Hiç böyle bir şey olur mu? Kadı Efendi! Artık bu yalancı adamdan boşanmak istiyorum!..

Kadı Mahmud Efendi, yapılan şikâyetin tahkiki için kadının kocasını çağırttı ve ona hanımının söylediklerinin doğru olup olmadığını sordu. Adam cevaben:

–“Kadı Efendi! Hanımımın söyledikleri de doğrudur, benim söylediklerim de. Bilesiniz ki ben gerçekten hacca gidip gelmiş bulunmaktayım. Hattâ o mübârek beldelerde bâzı Bursalı hacılarla da görüştüm ve kendilerine getirmeleri için birtakım hediyeler emânet ettim…” dedi.

Kadı Mahmûd Efendi şaşırdı:

“–Bu nasıl olur efendi?!.” diye sordu.

Adamcağız da anlatmaya başladı:

“–Efendim, her sene olduğu gibi bu sene de hacca gidemeyince, büyük bir üzüntüyle Eskici Mehmed Dede’ye gittim. O da, benim elimi tutarak gözümü yummamı istedi. Gözümü açtığımda ise Kâbe’deydim!..” dedi.

Böyle bir hâdiseye ilk defa şahit olan Kadı Efendi, bunun mümkün olamayacağını söyleyerek adamın ifadelerini kabul etmedi.

Bunun üzerine hâlâ mukaddes topraklardaki ruhaniyet ve maneviyat ikliminin taze hissiyatı içinde olan adamcağız, saf, fakat manidar bir cevapla haykırdı:

“–Kadı efendi! Allah Teâlâ’nın düşmanı olan şeytan bir anda bütün dünyayı dolaşıyor da, Allah dostu olan has bir kul, niçin bir anda Kâbe’ye gidemesin?” dedi.

Kadı Mahmûd Efendi de, bu cevabı gayet manidar bularak kararı Bursalı hacıların dönüşüne tehir etti. Bursalı hacılar döndüğünde de yaptığı tahkikat neticesinde meseleyi olduğu gibi öğrendi ve büyük bir hayret ve şaşkınlık içerisinde davayı iptal etmek zorunda kaldı.

Fakat, yüreğine muammalı bir kor düşmüş, zihni karmakarışık olmuştu. Ruh ve irade çağlayanı, sarhoş bir hâlde akmaya başladı. Ne yapacağını düşünürken gönlüne damlayan bir ilhamla derhâl Eskici Mehmed Dede’ye koştu. Hakikat ve esrar deryasına dalabilmek için ona intisâb etmek istedi. Ancak Eskici Dede:

“–Kadı Efendi! Nasîbiniz benden değil, zamanın mürşid-i kâmili Muhammed Üftade Hazretleri’ndendir.” dedi.

Bu defa Kadı Mahmud, aynı niyet ve saikle Üftade Hazretleri’nin dergâhına yöneldi. Fakat hikmet-i ilâhî olarak dergâha yaklaştığında atının ayakları kayalara saplandı. O da, atından indi ve yürüyerek dergâha vardı. Pîr’in önünde el bağlayıp onun talebesi olmak istedi.

HÜDAYİ HAZRETLERİ’Nİ ŞEYHİ İMTİHAN EDİYOR

Meşhur Bursa kadısı Mahmud Efendi’yi şaşaalı kaftanlar içinde gören Hazret-i Pîr, gelişen ahvâlden manen haberdardı. Ancak Kadı Efendi’nin niyet ve samimiyet derecesini iyice ölçmek istercesine talebeliğe hemen kabul etmedi:

“–Gidin Kadı Efendi! Sizin şöhrete boğulmuş, mal ve makam debdebesi içinde şaşaalı bir hayatınız var. Bu kapı ise, yokluk kapısıdır. Zaten atınız bile buraya gelmek istemediğinden kayalara saplanmadı mı?” dedi ve dergâhın kapısına doğru yürüdü.

Bir yandan şeyhin manevi cazibesi, diğer yandan da gördüğü açık kerametler karşısında hayret vadilerinde dolaşan Kadı Mahmud Efendi, hakikati idrak etmişti. Kararı kesindir. Zira nefs engelini aşıp vâsıl-ı ilâllâh olabilmesi için vakit geçirmeden artık böyle bir kapıya teslim olması zaruri idi. Hemen şeyhin arkasından koşup boyun büktü ve:

“–Efendim! İradesiz ve şaşkın bir vaziyetteyim. Adeta dipsiz bir uçuruma düşer gibiyim. Ne olur bana himmet ve yardım elinizi uzatınız. Bu biçareyi talebeniz olmakla şereflendiriniz!” dedi. Bunun üzerine tebessüm eden Üftade Hazretleri, talebelik için kadılık ve müderrisliği bırakması, elindeki bütün mal ve mülkü fakirlere dağıtması ve nefsini terbiye edebilmek için sıkı bir riyazete girmesi gibi üç büyük şart koştu. Çünkü nefsini tanıyıp terbiye etmesi zaruriydi. Kadı Mahmud Efendi’nin canı gönülden teslim olması ile de onu müridlerinin arasına dahil etti.

aziz-3.jpg

KADI SOKAKTA CİĞER SATIP TUVALET TEMİZLİYOR

Sonra da Kadı Mahmud’un kalbindeki kesafetin temizlenmesi için, yani kadılık makamının kendisine verdiği gurur, kibir ve ucubu bertaraf etmek için sırtındaki süslü kaftanıyla Bursa sokaklarında ciğer satmasını emir buyurdu. Ayrıca dergâhın helâ temizliği vazifesini de ona verdi. Üftade Hazretleri’nin huzûruna tam bir teslimiyet ve halisiyet içinde gelen Kadı Mahmud Efendi, üstadının emirlerine cân u gönülden tâbî oldu. Nefsaniyetini besleyen bütün dünyevî alakalardan el çekti. Kendisini samîmiyetle mürşidinin talimatlarına ram ederek kısa zamanda büyük mesafeler aldı.

Öyle ki, onu sırtındaki süslü kaftanıyla ciğer satarken gören ahalinin:

“–Bizim kadı efendi, delirmiş galiba!”

“–Kadılığı bırakmış ama, kaftanını bırakamamış zavallı!..” şeklindeki sözlerine dahi aldırmadan üstadının verdiği vazifeleri şevkle ifaya çalıştı. Böylece yüce bir olgunluğa hızlı bir şekilde yol almaya başladı. Şeyhinin gözünde ve gönlünde gittikçe kadir kıymet sahibi oldu.

Bir gün Kadı Mahmud, tuvalet temizlemekle meşgulken, dışarıdan kulağına kadar gelen bir nida duydu:

“–Ey ahali! Duyduk-duymadık demeyin; şehrimize yeni kadı geliyor!..”

aziz-4-ozgecmis-001.jpgGönlünün zayıf bir anını yakalayan nefsi, birden büyük bir vesvese fırtınası kopardı:

“–Demek yerime yeni bir kadı geliyor!. Ah biçare Mahmud, sen böylesine şerefli bir mesleği bıraktın da, tuttun helâ temizleyiciliği yapıyorsun! Söyle bakalım, bunca yıldır ne kazandın!” dedi.

Nefsinin bu tehlikeli serkeşliği karşısında hemen toparlanan Kadı Mahmud Efendi, büyük bir iç ürperişiyle hocasını hatırladı. Zira ona kendisine şart koşulan emirleri yerine getireceğine dair söz vermişti. Derhal tövbe ve istiğfar ile nefsinin son derece tehlikeli vesvesesine şiddetli bir şekilde mukabele etti:

“–Ey Mahmud! Sen, nefsini ayaklar altına alacağına dâir üstâdına söz vermedin miydi? Nerede şimdi sözün? Söyle bu hâlin nedir?..”

NEFİS SINAVINI BAŞARIYLA GEÇİYOR

Ancak Kadı Mahmud, bu hale o kadar üzülmüştü ki, nefsinin iğfaline karşı birtakım azarlarla tavır koymak, gönlündeki pişmanlık ve teessürü teskin etmedi. Hiç düşünmeden elindeki süpürgeyi bir tarafa fırlattı ve nefsine ceza olarak helâ taşlarını sakalıyla temizlemeye karar verdi. Tam bu esnada Üftade Hazretleri kapıda göründü. Kadı Mahmud’a mütebessim bir çehre, yumuşak bir ses ve latif bir edayla, hitap etti:

“–Evlâdım Mahmud! Bilirsin ki sakal mübarek bir Sünnet-i Seniyye’dir.” dedi ve yerleri sakalıyla temizlemesine mani oldu.

Sonra şunları söyledi:

“–Evladım Mahmud! Seyr u sülûk yolunda verdiğim hizmetlerin gayesi, işte bu mertebeyi geçebilmen içindi. Muvaffak kılan Allah’a hamdolsun! Gayri bundan böyle vazifen benim abdest suyumu hazırlayıp döküvermendir!..”

Kadı MahmUd, bu vazifeyi de büyük bir titizlik ve kemâl-i edeple ifaya çalıştı. Hiç aksatmadan her sabah abdest suyunu hazırladı ve hocasına abdest aldırdı.

GÖNÜL ATEŞİYLE ISINAN ABDEST SUYU

Bir kış günüydü. Kadı Mahmud, biraz gecikerek kalkmıştı. Bu sebeple hocasının suyunu ısıtmaya vakit bulamadı. Büyük bir üzüntüye gark oldu ve gözlerinden yaşlar damladı. Gayr-i iradi bir şekilde su testisini göğsünün üzerine bastırarak “Allah” lâfzını söylemekten başka bir şey yapamadı. O esnada hocası kapıda göründü. Kendisinden abdest suyunu getirip dökmesini istedi. O da çaresiz ve iradesiz bir şekilde bu emre baş kesti ve büyük bir endişe içinde suyu hocasının ellerine dökmeye başladı. Su, mübarek ellerine değer değmez Üftade Hazretleri, yavaşça başını kaldırdı ve talebesinin kaygılı haline nazar ederek tebessümle:

“–Su biraz fazla ısınmış evladım!” dedi.

Buna pek şaşıran Kadı Mahmud Efendi, hafif bir sesle:

“–Nasıl olur efendim? Suyu ısıtmamıştım ki!..” dedi.

Üftade Hazretleri de:

“–Evlâdım! Farkında değilsin; bu su, odun ateşiyle değil, gönül ateşiyle ısınmış!..” cevabını verdi.

ÖLÜLERLE KONUŞUYOR

Zira Hüdayi Hazretleri, girdiği sıkı riyazatla nefsinin terbiyesi yolunda helâllerden istifadeyi bile asgariye indirmiş ve gönlünü tamamen Hakk’a râm ederek ruhunu kuvvetlendirmeye muvaffak olmuştu. Neticede bu güzel hâlin bereketlerine nail olmuş, ayrıca dirilerden çok ölülerle görüşüp konuşur bir hâle gelmişti. Bir defasında dergâhın yolu üzerinde daha evvel vefat etmiş bulunan bir müezzine rastlayıp ona selâm verdikten sonra bunu üstadına arz etti.

Hazret-i Üftade ise:

“–Evlâdım! Yapmış olduğun riyâzat sâyesinde rûhunu iyice kemâle erdirip kuvvetlendirmişsin. Biz dahi riyazatımız zamanında aynı hal içinde idik.” buyurdular.

Bir gün Üftade Hazretleri, müridleri ile beraber bir kır sohbetine çıkmıştı. Emri üzerine bütün dervişler, kırın en güzel yerlerini dolaşarak hocalarına birer demet çiçek getirdiler. Ancak Kadı Mahmud Efendi’nin elinde sapı kırılmış solgun bir çiçek vardı sadece. Diğerlerinin neşeyle elindekileri hocalarına takdiminden sonra Kadı Mahmud, boynunu bükerek bu kırık ve solmuş çiçeği Üftade Hazretleri’ne takdim etti.

Üftade Hazretleri, diğer müridanın meraklı bakışları arasında sordu:

“–Evlâdım Mahmud! Herkes demet demet çiçek getirdikleri halde, sen niçin sapı kırık solgun bir çiçek getirdin?..”
Kadı Mahmud, edeple başını önüne indirerek cevap verdi:

“–Efendim! Size ne takdîm etsem, azdır!.. Ancak hangi çiçeğe koparmak için elimi uzattıysam onu «Allah Allah» diyerek Rabbini tesbîh eder bir hâlde buldum. Gönlüm onların bu zikirlerine mânî olmaya râzı gelmedi. Çâresiz ben de elimdeki şu tesbîhine devam edemeyen çiçeği getirmek zorunda kaldım!..”

Bu güzel ve mânâ dolu cevâba son derece memnûn olan Üftâde Hazretleri’nin dilinden o anda:

KADI MAHMUD HÜDAYİ OLUYOR

“–Hüdâyî, Hüdâyî… Evlâdım! Bundan sonra ismin Hüdâyî olsun!.. Ey Hüdâyî! Bu kır gezisinden yalnız sen nasiplenmişsin..” ifadeleri döküldü.

Böylece Kadı Mahmûd, Hüdâyî oldu. Zira o, artık kâinattaki esrâr-ı ilâhiyyeye ve kudret akışlarına âşinâ olmuştu. Âdeta kâinat, kendisine sırlarını açan canlı bir kitap hâline gelmişti. Bundan böyle Hüdâyî diye anılan Kadı Mahmûd Efendi, hâiz bulunduğu üstün ve müstesnâ mânevî mertebesi dolayısıyla hürmeten ismine “Azîz” sıfatı da ilâve edilerek Azîz Mahmûd Hüdâyî diye yâd olundu.

Yalnızca üç sene gibi kısa bir zamanda Üftâde Hazretleri’nin baş talebesi durumuna gelmiş bulunan Hüdâyî Hazretleri’nin bu yükselişi dolayısıyla eski dervişândan bâzılarında hoşnudsuzluk görülmeye başlamıştı. Bunun farkına varan Üftâde Hazretleri, onların gönül âlemlerini tashîh için şu güzel usûle başvurdu:

Bir kış akşamıydı. Üftâde Hazretleri, talebelerine mâneviyat dolu bir sohbet yaptıktan sonra sofranın hazırlanmasını emir buyurdu. Ardından talebelerinin sofraya getirdikleri nîmetlere nazar ederek mânidar bir şekilde:

“–Evlâtlarım! Acabâ asmasından daha yeni kopmuş taze üzüm bulmak mümkün müdür?” dedi.

Bütün dervişler, bu suâle şaşırarak birbirlerinin yüzlerine baktılar. Hattâ bir kısmı:

Bu kış mevsiminde taze üzüm olmaz ki! diye düşündü.

Ancak üstadına büyük bir teslîmiyetle bağlı olan ve birçok merhaleyi geçmiş bulunan Mahmûd Hüdâyî Hazretleri, bu talepte bir hikmet olduğunu düşünerek edeple:

“–Hocam! Müsaadeniz olursa, arzunuzu yerine getireyim!” dedi.

KAR ALTINDA TAZE ÜZÜM

Verilen izin üzerine de hemen bağa gitti. Bütün asmalar kar altındaydı. Birini seçip karlarını temizlediğinde salkım salkım taze ve olgun üzümlerle karşılaştı. Bunun, üstâdının bir kerâmeti olduğunu düşünerek elindeki sepeti doldurdu ve doğruca dergâhın yolunu tuttu. Yolda zikrullâh ile meşgul bir vaziyette gelirken her taraf kar içinde olması sebebiyle fark edemediği bir kuyunun içine düştü. Kuyu derin olduğu için bir türlü de içinden çıkamadı. Çaresiz bir hâlde idi ki, yukarıdan bir ses duydu:

“–Evlâdım! Uzat elini!”

Baktı; nur yüzlü bir zâttı. Elini uzattı ve kuyudan çıktı. Hazret-i Hüdâyî, kendisini kurtaran bu zâta, henüz kim olduğunu soracaktı ki, o bir anda ortalıktan kayboldu.

Nihâyet elinde taze üzüm sepeti ile dergâha varan Hüdâyî Hazretleri, başından geçenleri üstâdına nakletti. Üftâde Hazretleri de, onu kuyudan kurtaran kimsenin Hızır -aleyhisselâm- olduğunu beyandan sonra diğer dervişlere:

“–Evlâdımız Hüdâyî’nin kemâli tamam olmuştur. O hilâfeti çoktan hak etmişti zaten.” dediler.

Bundan sonra Üftâde Hazretleri, onu halîfesi olarak Sivrihisar’a gönderdi. Bir müddet orada hizmet eden Hüdâyî Hazretleri, bilâhare mânevî bir işaretle Bursa’ya döndü. Son demlerini yaşayan üstâdı Üftâde Hazretleri’ne büyük bir gönül iştiyâkı içinde hizmet etti. Bu hizmetten gayet memnun kalan Hazret-i Üftâde bir gün:

ŞEYHİN MÜRİDİNE PADİŞAH DUASI

“–Oğlum! PAdişahlar rikâbında yürüsün!” diye duada bulundu.

Hüdâyî Hazretleri, üstâdı’nın vefâtından sonra Şeyhülislâm Hoca Sâdeddin Efendi’nin delâletiyle İstanbul’a yerleşti.
Onun Üsküdar’da kurduğu dergâh, kısa zamanda her tabakadan insana hitâb eden mâneviyat ve irfan mektebi hâline geldi. Cihan sultanlarının teveccüh ve alâkasını celb etti. Onları da dergâhın dervişleri arasına kattı. Husûsiyle 3. Murad Han, 1. Ahmed Han, 2. Genç Osman Han ve 4. Murad Han, Hüdâyî Hazretleri’nin yakın irşâdına mazhar oldular. Hüdâyî Hazretleri, bunlardan 4. Murad Hân’ın kılıç kuşanma merâsiminde bizzat bulunmuş ve âdet olduğu üzere Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri’nin türbe-i saâdetlerinde Hazret-i Ömer’in kılıcını yeni pâdişâha bizzat kuşandırmıştır.

PADİŞAHLARI İKAZ EDİYOR

Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri’nin İstanbul’a geldiği yıllarda Osmanlı tahtında 3. Murad Han bulunmaktaydı. Bu pâdişah, başlangıçta gerek Devlet-i Aliyye’nin geniş sınırlarına ve ihtişâmına, gerekse yaşının gençliğine ve zindeliğine aldanarak aşırı bir güven ve rahatlık içinde hareket ediyordu. Bu sebeple birtakım noksanlıklar da hâliyle yaşanıyordu. İşte bunu fark eden Hüdâyî Hazretleri, hiç kimsenin cüret dahî edemeyeceği bir vazifeyi, yani sultanı irşad vazifesini zarûreten üstlendi. 3. Murad Hân’a, onu Hak ve hakîkate yönlendirici mektuplar yazdı. Bu mektupların, mâhiyetlerine göre, gerektiğinde yumuşak, gerektiğinde sert bir üslûbu hâiz olması, Hazret-i Hüdâyî’nin bu irşad vazifesinde ne kadar salâhiyet, tasarruf, nüfûz ve tesire malik olduğunu göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Zira celadeti sebebiyle 3. Murad’a bu ikazların, yüksek seviyede bir manevi tasarrufu bulunmayanlar tarafından yapılması mümkün değildi. Muhtelif zamanlara ait mektuplardan bazı bölümler şöyledir:

ADALET UYARISI

“Sultânım! Şerîat gemisine binip takvâ yelkenlerini açarak hakîkat denizinde Hakk’a muhabbet rüzgârıyla îtidâl ve istikâmet üzere yol al! Zâhirin ve bâtının şartlarını, yani şerîat ahkâmı ile tarîkat ve hakîkat esaslarını tam olarak yerine getir! Adâlet dedikleri, işte budur!..”

“Saâdetli Pâdişâhım! Sizin saltanatınız zamanında olan kuvvet, kudret ve şevket hiçbir zaman olmamıştır… Ancak biliniz ki, Allah ve Rasûlü’nün biricik arzusu, zulmün kaldırılıp adâletin ikamesidir. Bid’atlerin atılıp Sünnet’lerin icrâsıdır.”

“Sultânım! Allâh’ın kulları sizden şefkat ve merhamet bekler. Eğer halka şefkat ve merhametle muâmelede bulunmazsanız ihanet etmiş olursunuz! Bu durumda onlar, kırık gönüllerle nefret içerisinde sizden yüz çevirirler. Yapageldikleri hayır-duâyı da keserler…”

“Sultânım! Sakarya suyunu geçip odun tedârikini murâd etmişsiniz. Halk bundan çok memnun olmuştur. Zira ihtiyaç çoktur. Merhum dedeniz Sultan Süleyman Han, Kâğıthâne suyunu getirip halka bununla ziyâfet çekmişti. Siz de odun getirerek fukarâyı sevindirdiniz.”

“Sultânım! Bizim işimiz ashâb-ı gurur ve gaflet olanları nasihat ve vaaz ile îkaz ve irşâd eylemektir. Takvâ yoluna girip amel-i sâlih işlemeye teşviktir. Böylece ıslâh edici sâlihlerden olmak, Cenâb-ı Allah’tan murâdımızdır. Müfsid ve müstedriclerden olmaktan Allâh’a sığınırız.”

Bu şekilde kıymetli nasihat ve irşadlarıyla başta sultan olmak üzere bütün devlet ricâli arasında tesir ve nüfûzu artan Hüdâyî Hazretleri, Ferhad Paşa ile Tebriz seferine de katılmış ve orduya mânevî kumandanlık yapmıştır.

Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri’nin Sultan 1. Ahmed ile münâsebet halkasının ilkini teşkil eden rüyâ tâbiri hâdisesi pek meşhurdur. Bu tâbirle birlikte Hüdâyî Hazretleri’ne alâka ve hürmeti son derece artan 1. Ahmed Han, Hazret-i Pîr’in ilâhîlerine nazîre yazacak kadar onda fânîleşmiştir.

RÜYA TABİRİNDE LİYAKAT KAZANIYOR

Hazret-i Yûsuf -aleyhisselâm-’ın rüyâ tâbiri ilminden son derece nasibdar olan Hüdayi Hazretleri, bu yönüyle cihan sultanlarını istikâmetlendirmesi ve yapmış olduğu tâbirlerdeki isâbeti, onun bu husustaki liyâkat ve salâhiyetinin bir nişânesidir.

Bir gün Sultan Ahmed Han, çok sevdiği üstâdı Hüdâyî Hazretleri’ne kıymetli bir hediye göndermişti. Fakat Hüdâyî Hazretleri kabûl etmedi. Bunun üzerine Sultan Ahmed, hediyeyi uhdesinden çıkarmış bulunduğu için onu devrin şeyhlerinden Abdülmecîd Sivâsî Hazretleri’ne gönderdi. Abdülmecîd Sivâsî Hazretleri’nin hediyeyi kabul etmesi münâsebetiyle de bir ziyâret esnâsında:

“–Efendi Hazretleri! Ben bu hediyeyi daha evvel Hüdâyî Hazretleri’ne göndermiştim; kabul buyurmamıştı. Fakat siz kabul buyurdunuz!” dedi. İfadelerdeki nükteyi anlayan Sivâsî Hazretleri de şu manidar cevabı verdi:

“–Sultanım! Hazret-i Hüdayi bir ankadır ki, lâşeye tenezzül etmez!”

Bu cevaptan memnun olan Sultan, aradan birkaç gün geçtikten sonra Hüdâyî Hazretleri’ne uğradı. Ona da:

“–Efendim! Sizin kabul etmemiş olduğunuz o hediyeyi Abdülmecîd Efendi kabul buyurdu.” dedi.

Hüdayi Hazretleri de mütebessim bir çehre ile:

“–Sultânım! Abdülmecîd Efendi bir deryâdır. Koca deryâya bir damlacık mâsivâ kiri düşmesi, onun sâfiyetine zarar vermez!” buyurdu.

Bu menkıbe, iki büyük Allah dostunun birbirlerine olan muhabbet ve tâzimlerini, husûsiyle Hüdâyî Hazretleri’nin kemâlini göstermektedir. Zira mânevî münâsebetlerde irşad vazifesi dolayısıyla, pâdişahla yakınlık kuran Hüdâyî Hazretleri, maddî münâsebetlerde ise son derece müstağnî idi. Zira dünyaya meyl ü muhabbeti artırıp mâneviyâtı zedeleyebilecek bir tehlike arz eden maddî ikramlar, onun asıl vazifesi olan irşad faâliyetine mânî olabilirdi. Ancak bâzı durumlarda pâdişah ihsânının reddedilmemesinin de bir ikrâm olduğu an’anesine riâyet etmişse de, aldıklarını dergâh inşâsında, mürîdâna hizmette ve kurduğu vakıf hizmetlerinde kullanmıştır. Bâzı hâllerde de kendisine takdîm edilen hediyeleri geri göndermiştir.

GENÇ OSMAN’I İKAZ ETTİ 

1. Ahmed Han’dan sonra 2. Genç Osman ile de irtibâtını devam ettiren Hüdâyî Hazretleri, bu yeni ve heyecan dolu genç pâdişâhı da istikâmetlendirmek husûsunda büyük gayretler sarf etti. 2. Genç Osman ki, Devlet-i Aliyye’nin duraklama devrine girdiğini görerek bu gidişata dur diyebilmek için yeni hamleler tasarlayan ideal sahibi bir pâdişahtı. Bu arada hacca gitmeye niyetlendi. O zamana kadar padişahlardan hiçbiri, o devirlerde hacca gidiş-geliş takriben bir yıl sürmesi dolayısıyla devlet nizâmı bozulmasın diye şeyhülislâmların müsâade vermemeleri üzerine hacca gitmemiş, hepsi de vekil göndermek sûretiyle bu farîzayı îfâ etmişlerdi.

Buradaki nükteyi çok iyi bilen Hüdâyî Hazretleri, Sultan Genç Osman’ın hacca niyetlenip kadîm an’aneyi bozmasını doğru bulmayarak onu ikaz etti, hacca gitmekten vazgeçirmeye çalıştı. Ancak Sultan, gençliği ve tecrübesizliği sebebiyle bu arzusundan vazgeçmedi ve Hüdâyî Hazretleri’nin ısrarlı îkazlarına rağmen teslîmiyette zaaf göstererek bu niyetini gerçekleştirme yolunda teşebbüse geçti. Neticede bu teşebbüs, yeniçeriler arasında ciddî bir rahatsızlığa yol açtı. Birtakım fitnecilerin de müdâhil olmasıyla Sultân’ın Hicaz’a gitmesinden maksadın, oralardan toparlayacağı bir ordu ile yeniçerileri bertaraf edeceği şeklinde anlaşıldı. Sultân’ın bu hamlesini akàmete uğratmak isteyen zorbabaşılar, derhâl hâdiseyi körükleyerek taraftarlarını harekete geçirdiler ve tarihte “hâile”, yani dram diye anılagelen mâlum çirkin cinâyeti işlediler. Bu hâdise, Hüdâyî Hazretleri’nin mânevî îkâzındaki sır dolu ısrarın ehemmiyetini hazin bir şekilde sergilemiştir.

DERGAH MAZLUMLARIN SIĞINAĞI OLUYOR

Devlet ricâlinden diğer bazıları ise, ortalığı saran anarşiden korunabilmek için Hüdâyî Hazretleri’nin dergâhına sığınmışlar, böylece kendilerini büyük bir tehlikeden muhâfaza edebilmişlerdir. Zira Hüdâyî Hazretleri’nin dergâhına gerek devlet, gerekse ehl-i şekàvet herhangi bir müdâhalede bulunamazdı. Bugünkü tâbirle dergâhın âdeta dokunulmazlığı vardı. Dolayısıyla buraya sığınanlar, öldürülmek istenen kimseler bile olsa, kılına dahî zarar gelmez, haklı iseler Hazret-i Pîr’in delâletiyle -Halil Paşa gibi- iâde-i îtibâra mazhar olurlardı.

Genç Osman’ın şehâdeti üzerine tahta geçen 4. Murad Han, henüz on dört yaşında idi. Eyüp’te yapılan kılıç kuşanma merâsimine evvelce beyân ettiğimiz üzere devrin en mûteber şeyhi sıfatıyla Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri çağırıldı ve Hazret-i Pîr, hayır-duâ ile yeni sultâna kılıç kuşandırdı.

4. Murad Han, tahta geçtiğinde çok küçük yaşlarda olduğundan ipler vâlidesinin ve birtakım devlet ricâlinin elindeydi. Zaman zaman bu durumdan bunalan 4. Murad Han, tebdîl-i kıyafetle Hüdâyî Hazretleri’nin dergâhına giderek gönlünü mânen takviye eder, ileriki günlere hazırlanırdı. Bu ziyâretleri samimî bir dervişin edep ölçüleri içinde gerçekleştiren 4. Murad Han, bir gün yanına lalasını da almıştı. Dergâhın kapısına varıp tokmağı hafifçe çaldıklarında içeriden bir dervişin:

“–Kimdir?” suâline lala, alışkın olduğu üzere derhâl:

“–Yedi iklîm pâdişâhı es-Sultân ibnü’s-Sultân Murad Hân-ı Râbi‘ Efendimiz teşrîf eylediler. Hemen Şeyh Hazretlerine bildirile!..” deyiverdi.

Derviş de:

“–Bu kapı saltanat kapısı değil!” cevabını vererek kapıyı açmadı.

Lalasının hâline tebessüm eden 4. Murad Han:

“–Lala! Bu kapı kulluk ve gönül kapısıdır.” dedi ve tokmağı tekrar tıklattı. İçeriden gelen aynı suâle büyük bir edeple:

“–Şeyh Hazretleri’ne Murad kulunuz geldi deyiniz!” ifâdesiyle mukàbele etti.

Bunun üzerine kapı açıldı ve içeri alındılar.

O sıralar hayli yaşlanmış bulunan Hüdâyî Hazretleri, her türlü liyâkatle kemâle erebilmesi için 4. Murad Hân’a müstesnâ bir alâka göstermekteydi.

İşte bu alâka ve muhtelif irşadlarının bir bereketidir ki 4. Murad Han, gün geçtikçe madden ve mânen tekâmül, tecrübe ve seviye kazandı. Büyük davaları omuzlayabilecek bir kıvama geldi. Vakti gelince de yaptığı ciddî hamlelerle ordudaki ve ahâlî arasındaki disiplini sağlayarak daha o gün yıkılma tehkilesiyle karşı karşıya bulunan devleti büyük bir badireden kurtardı.

KERAMETLERİ

İşte Hüdâyî Hazretleri’nin en büyük kerâmetleri, cihan sultanlarını bu şekilde yönlendirebilmesi olmuştur. Bununla birlikte onun, erbâbının gönül hissiyâtını besleyici birçok kerâmetleri de bulunmaktadır.

Hüdâyî Hazretleri’nin pek meşhur olan kerâmetlerinden biri de, gâyet fırtınalı bir havada hiçbir kayıkçının denize açılamadığı bir zamanda kendi kayığına binerek birkaç müridiyle Üsküdar’dan sâlim bir şekilde karşıya geçmesidir. Allah Teâlâ’nın izniyle kayığın takip ettiği yol, âdeta süt-liman olmuş ve dört bir yanda şaha kalkmış dalgalar bu Allah dostunun kayığına hiçbir zarar vermemişti.

Hâlen Üsküdar ile Sarayburnu arasındaki bu yola “Hüdâyî Yolu” denir. Bilen kayıkçılar, şiddetli fırtınalarda bu yolu takip ederler. Bu durum, Hüdâyî Hazretleri’nin günümüze kadar uzanan bâriz bir kerâmetidir.

Osmanlı Devleti’nin son günlerine kadar Boğaz’da deniz seferi yapan kaptanlar; yolcularını, Üsküdar’dan geçerken Hüdayi Hazretleri’nin dergâhına, Beşiktaş önünden geçerken Yahyâ Efendi dergâhına, Beykoz’dan geçerken de Hazret-i Yûşâ -aleyhisselâm- tarafına doğru tevcîh ederek “Fâtiha”ya dâvet ederlerdi.

Bir zamanlar halkın, İstanbul’da medfun olan büyük velîlere karşı edebi işte böyleydi!

HASTALARA ŞİFA VERİYOR

İstanbul’da çok şiddetli bir tâun hastalığı zuhûr etmişti. Her gün binlerce kişi bu hastalıktan ölüp gitmekteydi. Elinden bir şey gelmeyen ahâlî, çaresiz bir hâlde Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri’ne koştu. Gözyaşlarıyla duâ taleb etti. O da şöyle buyurdu:

“–Bu türlü işlere karışmak bizim meşrebimize uygun değildir. Ancak mâdem ki hastalığın şiddeti dolayısıyla ısrar ediyorsunuz, öyleyse Karacaahmed kabristanına gidiniz. Orada bir servi ağacının altında bir hasıra sarılıp yatan ve “Hasır-pûş Dede” denilen bir zât vardır. Ona başvurun! Eğer kabul etmeyecek olursa, selâmımızı söyleyin!..”

Bunun üzerine halk, doğruca denilen şahsa gitti. Fakat meczup meşrepli bu zât, halkın merâmını dinleyince büyük bir öfke ile bağırıp çağırarak herkesi kovdu ve hasırına bürünerek yattı. Çekine çekine tekrar yanına geldiler ve bu defa Hazret-i Pîr’in selâmını ilettiler. Selâmı alır almaz ayağa fırlayan meczup Hasır-pûş Dede, hemen kendisinden istenilen duâya başladı. Duâdan sonra da:

“–Bugün bir kimsenin daha cenâzesi kaldırıldıktan sonra bu hastalık da kalksın!” dedi.

Ardından Hüdâyî Hazretleri’nin başka bir emri olup olmadığını sordu ve tekrar hasırına büründü.

Gerçekten o gün tâundan bir kişi daha vefat ettikten sonra hastalık tamamıyla ortadan kalktı.

ULEMA HAZRETİN SOHBET HALKASINDA

Hüdâyî Hazretleri’nin ilmî hüviyeti sâyesinde ulemâdan da birçok mürîdi vardı. Şeyhülislâm Hoca Sâdeddin Efendi, oğlu Es’ad Efendi gibi zâtlar, onun irşad halkasına katılanlardandı. Tasavvuf, tefsir, fıkıh gibi muhtelif alanlarda otuza yakın eser vermiştir. Kadılık ve müderrislik vazifelerini bırakmışsa da, bu onun bir nevî vazife değişikliği sebebiyledir. Yoksa dîn-i mübîn yolunda ne ilmi bir kenara bırakmak, ne de irfâna meyletmemek doğru değildir. Zira ilimsiz bir irfân ve irfânsız bir ilim, serâpâ ziyandır. Bunun için tasavvufa girdikten sonra:

İlâhî çün halâs ettin müderrislik kazâsından
Visâlin lûtfedip kurtar bizi varlık azâbından

demekle birlikte bizzat şeyhinin emri muvâcehesinde vâizlik vazifesine devam etmiştir. Ayrıca kendisinden önceki büyük sûfîler gibi tefsir ve hadis derslerini de sürdürmüştür. Çünkü o, bunları değil, nefsini terk etmişti.

Hüdâyî Hazretleri’nin yapmış olduğu bu tefsir ve hadis derslerine iştirâk edip de icâzet alan bir hayli talebesi vardır. Halîfelerinden Saçlı İbrahim Efendi ve Filibeli İsmail Efendi de bunlardandır.

Bu meyanda İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri şöyle der:

“Velîler arasında kalem ehli olanlar, peygamberler arasında “rasûl” olanlar gibidir. Hazret-i Hüdâyî de, yazmış olduğu eserleriyle bu rütbeyi hâiz olarak şeyhi Üftâde Hazretleri’ne bir ayna vazifesi görmüştür.”

ŞİİRLE MANEVİ TERBİYE

Manevi terbiyesini şiirleriyle de devam ettiren Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri, bu sahada da gönülleri tenvîr eden pek tesirli eserler vermiştir. Bugün dahî büyük bir gönül hazzı içinde söylenmekte olan pek çok bestelenmiş şiiri vardır.

Hüdâyî Hazretleri, bu şiirlerinden birinde gönülden mâsivânın çıkarılıp sırf Allah muhabbetinin yerleştirilmesi husûsunu şöyle ifâde eder:

Neyleyeyim dünyâyı
Bana Allâh’ım gerek.
Gerekmez mâsivâyı
Bana Allâh’ım gerek.

Ehl-i dünyâ dünyâda
Ehl-i ukbâ ukbâda
Her biri bir sevdâda
Bana Allâh’ım gerek.

Dertli dermanın ister
Kullar sultânın ister
Âşık cânânın ister
Bana Allâh’ım gerek.

Bülbül güle karşı zâr
Pervâneyi yakmış nâr
Her kulun bir derdi var
Bana Allâh’ım gerek.

Beyhûde hevâyı ko
Hakk’ı bula-gör yâ hû
Hüdâyî’nin sözü bu
Bana Allâh’ım gerek.

Hüdâyî Hazretleri, şiirlerinde Yûnus Emre Hazretleri’nin takip ettiği yoldan giderek gönülleri mâneviyat ile yoğurur. Kulları, bu dünyanın aldatıcı ve geçiciliği karşısında îkâz eder:

Kim umar senden vefâyı,
Yalan dünyâ değil misin?
Muhammedü’l-Mustafâ’yı
Alan dünyâ değil misin?

Yürü hey bî-vefâ yürü,
Sensin hod bir köhne karı.
Nice yüz bin erden geri
Kalan dünyâ değil misin?

Kastedip halkın özüne,
Toprak doldurup gözüne,
Ehl-i gafletin yüzüne
Gülen dünyâ değil misin?

Eğer, şâh u eğer bende
Her kişiyi salan bende
Kimse mekân tutmaz sende
Vîrân dünyâ değil misin?

Kimisini nâlân edip
Kimisini giryân edip
Âhir-i kâr uryân edip
Soyan dünyâ değil misin?

İşin gücün dâim yalan
Çok kişiden arta kalan
Nice kerre boşaluben
Dolan dünyâ değil misin?

Bu şekilde dünyanın hakîkatini insana hatırlatan Hüdâyî Hazretleri, insanın sahip olduğu yüce makâma, yani halîfetullâh olma sırrına dikkat çeker. Bu sırrı, insanın Hak katından bu varlık âlemine gelişi ve yine Hakk’a dönüşü hakîkati çerçevesinde şöyle anlatır:

Ezelden aşk ile biz yâne geldik!
Hakîkat, şem’ine pervâne geldik!

Tenezzül eyleyip vahdet ilinden,
Bu kesret âlemin seyrâne geldik!

Geçip fermân ile bunca avâlim
Gezerken âlem-i insâne geldik!

Fenâ buldu vücûd-i fânî mutlak,
Bıraktık katreyi ummâne geldik!

Nemiz ola Hudâyâ Sana lâyık
Hemân bir lûtf ile ihsâne geldik!

Umarız erelim bâkî hayâta,
Civâr-ı Hazret-i Rahmân’e geldik!

Geçip âhir bu kesret âleminden,
Hüdâyî halvet-i Sultân’e geldik!..

PEYGAMBER AŞKINI MISRALARA DÖKÜYOR

Bütün evliyâullâh gibi Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in dâsitânî muhabbetinde zirveleşen Azîz Mahmûd Hüdâyî -kuddise sirruh-, gönlündeki Rasûlullah aşkını şöyle dile getirir:

Kudûmun rahmet ü zevk u safâdır yâ Rasûlâllâh
Zuhûrun derd-i uşşâka devâdır yâ Rasûlâllâh

Nebî idin dahî Âdem dururken mâ u tıyn içre
İmâmü’l-enbiyâ olsan revâdır yâ Rasûlâllâh

Hüdâyî’ye şefâat kıl eğer zâhir eğer bâtın
Kapına intisâb etmiş gedâdır yâ Rasûlâllâh…

Hüdâyî Hazretleri, bir gün mürîdleriyle birlikte kayıkla Boğaz’ı geçerken şiddetli bir fırtına çıkmış, şu şiirle Cenâb-ı Hakk’a ilticâ etmiştir:

Allâhümme yâ Hâdî
Âsân eyle yolumuz!
Sehhil ubûra’l vâdî
Tiz geçir tut elimiz!

Yâ Rab fazl u cûd ile
Kemâl-i şuhûd ile
Hakkânî vücûd ile
Islâh eyle hâlimiz!

Görüldüğü gibi hizmetini geniş bir sahaya yayıp muvaffakıyetle sürdürmüş olan Hüdâyî Hazretleri, yaşamış olduğu asra ve sonraki yüzyıllara silinmez bir mühür vurmuş olarak 1628 milâdî tarihinde ardında sayısız muhib, müntesib ile pek çok eser ve vakıf bırakarak bahtiyar bir şekilde rahmet-i Rahmân’a yürümüştür.

Gazeteilksayfa.com

 

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
1 Yorum